Bir yurdun bireyi olmak için, o yurtta doğmak yeterli değildir. O yurdu, doğasını görmek, taşıyla toprağıyla tanışmak, onları verimlileştirmek, çeşitli yörelerdeki yurttaşlarla konuşmak, görüşlerini almak, yaşantı biçimleri ile anlayışlarını, değer ile geleneklerini tanımak, özümsemek, ayrıca kendini o bütünün içinde bulmayı gerektirir. Yıllar boyunca gelişmiş ezgilerini, türkülerini çığırmak, yakılan ağıtlara kulak vermek gerekir. Halaylarda el ele tutuşmak, her çalgısının sesiyle çoşmak gerekir. Şırıl şırıl sularından, kana kana içmek, deresinde, çayında ıslanmak, denizinde, gölünde yüzmek gerekir. Ötkenini(tarihini) bilmek, bu ötken benim geçmişimdir diyebilmek gerekir. Geçmiş uygarlıların kalıntılarını korumak, geçmiş uygarlıkla bütünleşerek yansımalarını üretebilmek gerekir. Yerel ekinleri yeşertmek, ortak dili varsıllaştırıp, geliştirip kullanmak gerekir. Değerlerini, toprağını, bayrağını, sınırlarını, geleneklerini, töresini, ordusunu, ulusunu koruyup, gerektiğinde uğruna ölünebileceğini göz önünde bulundurmak gerekir.
Anadolu doğasıyla, özgeniyle(kültür) öyle eşsiz bir ülke ki, geçmişin derinliklerinden gelen, birbiri üzerine yığılarak büyüyen çeşit çeşit uygarlık izlerinin günümüze taşındığı bir yarımada, doğudan batıya bir at başı gibi sokulan. Bir Anadolu’lu olmak, Anadolu’da doğmak ayrıcalıktır. Büyük Atatürk Cumhuriyeti kurduğunda da onu söylemiştir; “Biz Türkler yalnız 1071’de gelenler değil, en az on bin yıldır bu ülkede yaşamış olan uygarlıkların biricik kalıtçısıyız(mirasçısıyız).
O nedenle Kuzeydoğu Anadolu gezimizde, gezdiğimiz yerlerde önce kimler yaşamış?, nasıl yaşamışlar?, ne gibi kalıntılar bırakmışlar? kaynaklara bakarak onlara biz göz atmak gerekirdi.
25 Ağustos 2013 Pazar günü, Yıldız Parkındaki arkadaşlarımla 09:00’da sanki bir “uğurlarolsun” ertirliğinde(kahvaltı) buluştuk, ezgiler söyleyerek, gülüşerek güne başladık. Sarılarak ayrıldım. THY 14:00 uçağıyla İstanbul’dan Van’a 1 saat 45 dakikada uçtuk. Uçukta YUDOSK adına gezi başkanı, değerli ötkenci (tarihçi) Mustafa Esen hocayla geçmiş üzerine, uygarlık, anlayış, davranış, siyaset üzerine konuşarak geçirdik. Çok ağırbaşlı, öğretici, düzgün bir kimliğiyle gezinin iyi geçeceğinin belirtisini uyandırdı.
Bunları yazarken, yaşdaşım, ildeşim olan, ABD’de öğretim üyeliği yapan Prof. Dr. Celal Batur bana bir ileti atmış. Dün daha çocuktum onunla, şimdi bize amca, dede demeğe başladılar. Bu durumdan o da etkilenmiş bakın neler diyor;
Ulan Zaman
Kulak ver de iyi dinle
Doğduğumdan beri uğraşıyorsun benimle
Yavaşlayacak yerde çabuk geçtin
Hızlanacak yerde nerdeyse durmayı seçtin
Simdi de yolun sonundaki bu çıkışsız inişte
Bari arkadan itme!
Gidiyoruz işte !!!
O nedenle ben, açıklık buldukça, bol bol geziyorum. Sırplar da öyle derler; “Bugün son gününmüş gibi yaşa”, Japonlar ise; “yarın yoktur, bugün vardır” derler.
Kuzeydoğu Anadolu gezimizde, gezdiğimiz yerlerde önce kimler yaşamış?, nasıl yaşamışlar?, ne gibi kalıntılar bırakmışlar? kaynaklara bakarak onlara biz göz atalım. Kuzeydoğu Anadolu, Güney Kafkasya diye de bilinir. Diğer bir İngilizce adı da Kafkasya’ya geçiş(Transkafkasya) dır.
Bu bölgede ilk yaşamış uygarlık “Karaz” denilen, olasılıkla Turan soylularla, sonra da “Kafkas” soylu Urartululardır. Daha sonra Hatti ile Hititler gelir.
Karaz Ülkesi ile Uygarlığı. Gezimizin Anadolu’daki kapsam alanı, Eski Anadolu uygarlıklarından Karaz ile onun içinde kalan Urartu uygarlıklarını kapsayan Güney Kafkasya ya da Kuzey-Doğu Anadolu bölgesidir. Bu bölge, DÖ.3000 yıllarında Karaz özgeninin görüldüğü ülkedir. Bu ülke güney Hazar denizinden, Van gölü güneyine dek uzanır. Günümüzde, Kars, Ardahan, Artvin, Bayburt, Gümüşhane, Erzurum, Bingöl, Iğdır, Ağrı, Van, Tunçeli, Malatya-Elazığ’da bu ekinin esintileri görülür. Edinilen bilgilere göre; Karaz Özgeni(kültür), Geç Taşdönemi ile Tunç Çağı boyunca Doğu Anadolu, Transkafkasya, Azerbaycan, Kuzeybatı İran’ı içine almıştırSovyet arkeoloğu Boris Kuftin 1940 yılında bu özgeni ilk olarak tanımlamış, onu Kura-Aras Özgeni olarak adlandırmı. Karaz Özgeni’nin yayılma alanı kuzeyde Kuzey Karadeniz Dağları – Transkafkasya çizgisine, doğuda İran’daki Urmiye Gölü’ne, batıda Divriği – Kangal, Malatya – Elazığ’a, güneyde ise Kahramanmaraş – Amik Ovası Filistin’e uzanır. Günümüzde; Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kuzey-Doğu Anadolu ile Kuzeybatı İran Karaz ülkesidir.
Karaz ile Urartu Uygarlıklarının doğduğu, öz yayılım alanları.
Kimi arkeologlar Karaz kökeninin Gürcistan olduğunu ileri sürerler. İlk olarak Erzurum yakınlarındaki Karaz Üyük çanak çömlek buluntularıyla tanımlandığından Karaz Özgeni olarak adlandırılmıştır. Türk arkeologlara göre özgenin en eski yerleşmeleri Doğu Anadolu’da, Erzurum ile çevresidir. Bu bölgede Karaz Üyük, Pulur Üyük, Güzelova Üyük, Sos Üyük ile Büyüktepe Üyük, ilk Karaz yerleşmeleridir.
Türkiye’de Karaz Özgeni diğer ülkelerde; Erken Transkafkasya Özgeni, Yanık Özgeni, Hirbet Kerak Özgeni, Doğu Anadolu’nun Bakır Çağı, Bet Yerah, Trans Kafkasya’nın Eneolitik Özgeni bu uygarlığın diğer adlarıdır.
Arslantepe üyüğünde ortaya çıkan çanak çömlek geleneğinin kenti yıkıp yerleşen Kafkas topluluklarına ilişkili olduğu ileri sürülmektedir. Tepecik / Makaraz Üyüğün Kalkolitik Çağ’ın sonunsteren katmanında hem Karaz, hem Uruk ürünü, hem de İç Anadolu çanak çömleği buluntuları vermesi, Karaz Özgeni’nin bu bölgede doğduğu savını güçlendirmektedir. Ne var ki, bu özgenin kendine özgü çanak çömleklerinin ele geçtiği en eski kazı Karaz Üyük’tür. Yabancı adlandırmaları bu denli çok kanıt içermemektedir.
Karaz Özgeni’nin kökeninin Hurri olduğu, Yakındoğu ötkenöncesinin (prehistoria) en büyük özgenlerinden biri olduğu benimsenir.
Karaz Özgeni’nin ayırt edici, tanımlayıcı iki özelliği çanak çömleği ile öreğidir(mimari). Kuzeydoğu Anadolu’da Geç Taş Çağı ile Erken Tunç Çağı’nın başlarında görülen bu özgen çevre bölgelere daha geç çağlarda yayılmıştır. Bu ekin Kuzey Suriye ile Filistin’e erken Tunç Çağı – Orta Tunç Çağında ulaşmıştır. Ulaşımın iki ana yolu; Kuzey Mezopotamya’ya Urmiye Gölü üzerinden, Kuzey Suriye ile Filistin’e ise Elazığ – Malatya üzerindendir. Karaz çanak çömleği Doğu Anadolu’da Geç Taş Çağın’da görülmeye başlanmış, ancak tam gelişkin biçimini Erken Tunç Çağı’nda almıştır. Erken Tunç Çağı ile Karaz Özgeni özdeşleşmiştir.
Çağdaşı olan yerleşmelerde çömlekçi çarkı biliniyor iken Karaz çanak çömleği el yapımıdır. Karaz çanak çömleği tak renkli (monokrom), astarlı, ayrıca açkılıdır. Süslemeler çizgilerden oluşur. Bu çizgiler genellikle sarmal, koşut ya da kesişen çizgilerdir. Yiv, oluk ile kabartma örnekleri uygulanmıştır. Karaz balçıkçılı(seramiği) çoğu kez “koyu yüzlü açkılı yapıt” tır. Açkı, Karaz çanak çömleğinin yayıldığı yer yerde görülen ortak özelliğidir.
Karaz evleri; taş temel üzerine kerpiç duvarlarla, dik köşeli, bir ya da iki odalı yapılardır. Ayrıca tapınmalarda kullanılan ocaklar vardır. Bu yapı biçimi günümüzde de Anadolu evlerinde sürdürülmektedir. Özgenin yayıldığı diğer bölgelerde ki, tekercil yapılar ise Hurri geleneğidir.
Karaz buluntuları; Kars ile Erzurum müzelerinde geniş olarak sergilenmektedir. Kaçırmayın.
Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’a göre Karaz’lar Türk kökenli bir uygarlıktır.
Urartu Ülkesi ile Uygarlığı. Günümüzde Urartu ülkesinin sınırları Van ortay olmak üzere; Van gölü çevresi, Kars, Ardahan, Ağrı, Iğdır, Bitlis, Hakkari dolayıdır. Adı Urartuca: Biainili, başkenti Tuşpa (Van)’dı. Urartu Devleti en güçlü döneminde DÖ 8. İle 7. Yüzyılda, günümüzdeki Kuzeydoğu Anadolu, Kuzeybatı İran, Irak’ın küçük bir bölümü ile kuzeyde Aras Çukurunu içine almıştı. Geniş Urartu yerleşim bölgesinin sınırlarını, batıda Karasu-Fırat, kuzeyde Kuzey Ermenistan dağları, doğuda İran Azerbaycan’ındaki Savalan Dağları, güneyde ise Zagros Dağları’yla birleşen Doğu Toroslar oluşturur. Ağrı Dağı, bu dağlık bölgenin ortasındadır. İncil’deki ünlüleştirmeden ötürü bu dağ, Urartu adının “R R T” ünsüzleriyle yazılması sonucu “Ararat” adını almıştır. Kısacası, Ararat, Urartu’nun başka bir okunuş biçimidir.
5165 metrelik yüksekliği ile Büyük Ağrı Dağı, Kafkasya’nın güneyindeki en yüksek dağdır. Küçük Ağrı Dağı, Tendürek, Aladağ, Süphan Dağı ve Nemrut Dağı gibi genelde 3000 metreyi geçen diğer dağların çoğu Van Gölü yakınlarında yer almaktadır.
Tevrat ile Asur yazıtlarına göre; DÖ 13. yüzyıl ile 9. yüzyıl arasında Uruatri(Urartu) ile Nairi toplumları Doğu Anadolu’da beylik ile boylar biçiminde yaşarlardı. DÖ 13. yüzyılda Urartu’ların tek bir devletten değil, değişik boylardan oluşurmuş. Demir Çağında, savaşlar kızışmış. Asur Kralı III. Şalmaneser’in Urartu içlerine girmesiyle, DÖ 844 yılında Van Gölü kıyısında Tuşpa’da I. Sarduri’inin altında boylar birleşmiş, Urartu Krallığı ortaya çıkmış. İlk Urartu yazıtı ile Van Kalesi’ndeki ilk anıtsal öreki bu krala ilişkindir. Krallık, DÖ 7. yüzyıldaki en güçlü krallardan biri olan II. Rusa’dan sonra güçsüzleşmiştir. DÖ 7. yüzyıldaki İskit ile Med akınları Urartu’ya yıpratmıştır. DÖ.612’den sonra herhangi bir etki gösteremeyen Urarular, DÖ. 590 yılında İran’dan gelen Medler’ce yıkılmıştır. Bölgenin adı, 6. yüzyılın sonlarıyla birlikte Ahameniş kaynaklarında Urartu yerine Armina olarak geçer. Armina bugünkü Ermeni olabilir mi bilmem.
Asur tamgası ile Urartu tamgası neredeyse birbirinin tıpkısıdır.
Urartuların kullandığı dil ile Hint-Avrupa dil evgili (Anadolu’da Ermenice, Zazaca, Farsça) ile Sami dil evgili (Aramca, Arapça) arasında hiçbir bağ yoktur. Urartuların konuştuğu dil Hurrice ile bir kola ilişkin olup büyük yakınlık içermekt, en çok Kuzeydoğu Kafkasya Dil evgili (Çeçence)ye benzemektedir. Yaşayan diller arasında en çok ortak sözcük Urartuca ile Kuzeydoğu Kafkas dilleri arasındadır, toplam bilinen 350 Urartuca sözcük kökünden 169’u bugün de kullanılmaktadır.
Urartu’lar çivi ile Hitit hiyeroglif yazısını kullanmışlardır. Devletler arası yazışmalarda ise Asur dilini sıkça kullanmışlar. Urartuca yazıtlar Alman dil bilgini Johannes Friedrich’ce okunmuştur.
Urartuların inandığı, kutsadığı, ayrıca adlarına belirli dönemlerde kurban kestiği 79 tanrı, tanrıça ile tanrısal özellik bulunmaktaydı(Tıpkı Şamanlar’da olduğu gibi). Bunlardan ilk üç sırayı Haldi, Teişeba ile Şivini’dir. Haldi; Urartuların baştanrısıydı. Teişeba (Fırtına tanrısı) Hurri kökenli olup Hititlerde adı Teşup’tur. Şivini de Güneş tanrısı olup Hurri kökenlidir. Hititler’deki Şimegi’nin karşılığıdır. Urartular büyük yerleşimlerde tanrıları için kule gibi tapınaklar, kayalara kapı görünümlü kutsal oyuklar yapmışlar.
Tanrı Haldi – Yüce Evren Tanrısı betimlemesi.
Fırtına tanrısı Teişeba betimlemesi
Güneş Tanrısı Şivini
Kurbanlar koyun, inek, ile sığır olabilirdi. Tıpkı bugünki İslamiyet uygulması gibi.
Van Kalesinde kesilen andıkların kanlarını uzaklaştırmak için oluklar düzenlendiği görülebilir. Bazı yulular(kurbanlar) çocuk da olabiliyordu.
Urartulular ölüyü yakıp, küllerini buyumlarıyla ya Urne dedikleri toprağa(gömeç) gömerler, kıralların küllerini üngüre(mağara) koyarlardı. Olağan kişilerin küllerini ise saksıda saklarlardı(Bugün Rusya ile ABD’de olduğu gibi). Urartuların ölümden sonra bir yaşama inanırlardı, tıpkı bugünki tek tanrılı dinler gibi.
Urartu Boğa Başlı Çömleği
Urartu döneminde en çok çatıştıkları, çoğunlukla yenidikleri Asurlulardı. Uratu uygarlığı en çok da Asur uygarlğından etkilenmiştir.
Ermeniler olasılıkla Nairi’lilerin soyundan gelme olabilir.
Urartu Krallığı’nda çivi yazısı, yıllık savaş yapma, ölçü dizgesi, krallık unvanları, dikme taş dikme, savaş yöntemleri, bezeme, süsleme ile kabartma el işleri gibi uygulamalar, Asur etkili olarak gelişmiştir. Örek(mimari), sorguçlu tolgalar(miğfer), kazanlardaki siren eklentileri, hiyeroglif yazısı, yakarak gömme, fildişi el işleri gibi dallar ise Kuzey Suriye’den etkilenmiştir. Bronz kayraklar üzerindeki bezemelerde Asur etkisi yanında Geç Hitit izleri de görülür. Urartu çevre uygarlıklarından esinlenerek kendi uygarlığını yaratmıştır, tıpkı Osmanlı ile Selçukluların yaptıkları gibi.
Urartu kalıntılarının çoğu günümüzde Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmektedir.
Gelin bu uygarlıkların yayıldığı alanlarda, günümüzün değişen koşullarında birlikte gezelim.
Van(Tuşpa)-Urartu’nun Başkenti
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
İl durak uçakla Van. Van denilince usa 2011 M=7,2 büyüklüğünde Van depremi, ayrı göz renkli, ak tüylü Vankedisi, Van Gölü, Urartu uygarlığı, Ahdamar Adası gelir. Van’ın Urartu dönemindeki adı Tuşpa. 2011 depreminden sonra Medical Park Sökelevini incelemek için, ayrıca 2013 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın toplantısında konuşma vermek üzere gelmiştim.
Van, Türkiye ‘de Doğu Anadolu Bölgesi’nde Anadolu’nun dağlarla çevrili en büyük kapalı çukuru olan Van Gölü kıyısında toprakları verimli, ancak dikimsiz, akarsuları bol ancak yeşili olmayan, iklim koşulları oldukça elverişli bir yerleşim yeri. Van, İran’a ulaşım yolu üzerinde uçak, su, demiryolu, karayolu bağlantısı olan kavşak yeridir.Şam ile Tebriz’e haftada bir gün tren gitmektedir.
Van gölüne Vanlılar Van denizi derler. Uçuş alanı hemen onun kıyısındadır. Uçuş alanı Van ile çevresinin yükünü karşılayacak büyüklükte değil, ancak büyütme işlemi başlatılmış.
Van kalesi Van Gölü içine giren bir yarımada üzerinde kurulu. Eski Van kenti I. Dünya Savaşı’na değğin kalenin güney kısmında surlarla çevrili sağlam bölgede kuruluymuş. Van kenti, bugünki depremlerin savaş alanına Cumhuriyet ile göçerek 2011 depreminde en çok yıkımı görmüş. 1965’de 31 500 olan Van kent çoğunu günümüzde 375 000 dolayında. Kentte üretim yok, ancak yeni yapılan yapı, görkemli yaşam çok. Neden? Nereden? Akıl alır gibi değil.
Eski kentin kaledeki kalıntıları günümüze ulaşıyor. Surlara ilişkin bazı kalıntılar da var. Sağlam olan tek kapı güneye bakan Orta Kapı. Van gölünü çepe çevre çeviren tepelerin tümü bozkır, sanki bir çöl gibi, ne bir bodur bitki, ne çalı, ne çimen, ne de ağaç. Çısçıplak bir ülke. Van gölü kıyıları ise genelde kavak ağaçlarıyla dolu yeşillik, sanki bir vaha. Ancak, yeni ana yol Van gölü kıyısına doldurularak yapıldığından, Van’ın yüzmek için olan kumsalı yok edilmiş. Ayrıca göl kıyısındaki evler ile kalıncaklar bütün akşam yol gürültüsü altında.
Van kalesi arkasında ki dağ Erek Dağı, kuzey batıda Bitlis topraklarında koskocaman Süphan Dağı(4058 m).
Van’ın hemen kuzeyinde, basmaklı iki tane düz kırık Van kentinin altından geçip, kalenin doğusunda bir yar yaparak göle doğru uzanıyor. Diğer 4 tane kırık doğu batı doğrultulu, onlar da Van’ın altından geçiyor. Kısacası yeni Van kentinin altı kırıkların savaş alanı. Bu kent buradan kaldırılmalı, yoksa gelecekte de depremlerin savaş alanı olacak.
2011’depreminde yapılan geçici konutlar Edremit yolunun göl yakasında duruyor, bilmem kullanılıyor mu. Ancak, deprem görenlere verilmek üzere çok katlı Toki konutları Van’a, ayrıca, Edremit’in tepelerinde yapılmış. Yer seçimi uygun.
Yemeği göl kıyısındaki aş evinde yedik. Baş garson, 35 yaşlarında, yakışıklı bir delikanlı olann Fahri Yaşar, Hakkari’den güvenlik nedeniyle Van’a göçmüş.
“Hakkari’de gün batımından sonra her gün çatışma vardı. Suriye olayları oldu olalı, bu otelde işler eksik. Giden gelen yok. Suriye olaylarından öncesi günde 200-300 kişiyi ağırlardık. Şimdi 4 ile 5 kişi anca”
“Eh başbakan bulaşmasaydı böyle olmazdı. Ülkenin her yerin de yerli yabancı gezgin yok”
“Biz dokuz kardeşiz ancak geçimimizi sağlıyoruz”
Yenilen çöp şiş güzeldi, öncesindeki ayran aşı çorbası da.
Merit Şahmaran Otel, Van-Edremit yolu üzerinde, Van gölü kıyısında 4 yıldızlı bir otel. Oldukça temiz, ayrıca olağan üstü bir göl görüntülü. Ne varki, gece 01-02 lere dek süren, boş diskoda bangır bangır müzik sesi, Erciş yolu gürültüsü uyutmuyor.
Kalıncağa yerleşir yerleşmez, yüzmek için Van gölüne girdik. Suyu küf yeşili. Çok karbonatlı olduğundan kaygan bir su, sanki koyu bir su içinde yüzüyorsunuz. Su soğuk, ancak girince alışıyorsunuz. Göl tabak gibi dalgasız. Edremit yönünden bir motor kalktı, eh dalgaları şöylece bir çırpıntı yaptı. Van gölünde yaşayan bir tür inci kefaller çıpıl çıpıl kırpışarak küçük küçük dalgalar yapıyorlar. Burada balık yaşaması hoşuma gidiyor. Göle giren pek yok, ancak biz gibi Van dışından gelenler giriyor. Gölün suyu acımsı, az tuzlu. Van’lı Türkmen kökenli 3 tane aydın gençle söyleştik.
Geç yenen akşam yemeğinde Van yöresinin ünlü çorbası; ayran aşı, çöp şiş ile bangır bangır çalan müzik uyumamı engelledi.
05:55’de Van’ın arkasındaki dağın gerisi bronz renginde aydınlandı, yeni bir gün doğdu. Van gölü gümüş renginde kırpışıyor, ancak dalgasız. Ortalıkta ağaç yok ki kuş sesi olsun.
Uygarlık. Van’ın kökü Urartu’lara gider. Urartular daha çok fars ilintili, çivi yazılarınıMezopotamya’dan almış, Ermenilerle soycul ilintisi olabilecek bir uygarlıktır. Urartuların başkenti olan Van’ın o Tuşpa idi. Van’ın geçmişi DÖ 7000 yıllarına uzanır. Van Kalesi’nin 6 km güneyinde bulunan Tilki tepe ile Van Gölü’nün kuzeyindeki Ernis Gömeçlerinde yapılan kazılarda Kalkolitik, Bronz ile Demir devrine ilişkin özgencil buluntularla karşılaşılmıştır.
Kenti ilk kuran Asur Ecesi Semiramis. Bu bölgeye önce Hurriler yerleşmişler, Urartular döneminde kent bir ilhanlık ortayı durumuna gelmiş. Urartu’lardan sonra kente Medler, Persler, Büyük İskender, Selevkoslar, Ermeniler, Partlar, Romalılar, Sasaniler ile Doğu Romalılar egemen olmuş. DS 675 yılında Müslüman Araplar kenti ele geçirmiş, daha sonra kente yine Doğu Romalılar, bunları yenen Selçuklular ile sonra İlhanlılar, Celayirliler, Karakoyunlular, Akkoyunlular,Safeviler ile en sonunda Osmanlılar egemen olmuş.
Hurrilerin DÖ 2000’lerden beri Van Gölü’nden başlayarak Kızılırmak ile Yeşilırmak’ın Karadeniz’e döküldüğü yerlere dek uzanan bir bölgeye egemen oldukları görülür. DÖ 13. yüzyılda Hurri-Mitanni siyasi oluşumun ortayının gücü azalmış, sonra beyliklere bölünmüş. Asur Kralları bu küçük beyliklerini egemenlikleri altına almaya çalışmış ile bu sırada Van Gölü çevresinde Batı İran’a dek olan bölgede Urartular ile Asurlular arasında çatışmlar başlamış. Urartu-Asur çatışması DÖ.VI. yüzyılın ortalarına dek sürmüş, Urartular bu dağlık ile güç alan koşulları edinmiş bölgeyi egemenlik altında tutmuştur.
1893 yılı Osmanlı çoğun(nüfus) sayımına göre Van’da yaşayan kişi sayısı 51,149 kişidir. Bunların büyük çoğunluğu (%64,6) Ermenilerden oluşmaktadır (33.053 kişi). Van’daki Türk çoğunu ise toplam 18,096 kişiydi ile çoğunun %35,4’ü Müslümanlardan oluşmaktaydı.
Van Urartu, Osmanlı Kalesi ile Eski Van Açık Bir Uygarlık Sergisi
Van Kalesi Van Kentinin kuzeyinde, göl içine giren bir burun kaya üzerinde yer alıyor. Kaleyi barındıran tepe sanki yere çökmüş bir deve görünümünde. Bu tepeyi oluşturan ise kuzey ile güneyinden geçen göçüntü kırıkları. Kale tepesi sanki bir sırt gibi kalmış. Kale aslında bir üyük. Ayrıca, kalenin kuzeyindeki daha az yükseltili yerlerde üyük. Kalenin Edremit yakasında ise yaklaşık 7 metre kalınlığında bir özgen katı var. Bu özgen katının en altı Urartu, onun üzeri Selçuk ile Ermeni en üstü Osmanlı. Osmanlı ile Selçuk döneminden kalan cami minarelerinin yıkıntıları duruyor. Buradaki eski kent, ilkin 1878 (93) Rus savaşında dokunca görmüş, sonra da 1915 Ermeni kıyımında Van’da erkekler savaşta iken kadın ile çocuklar eErmeni önüclerce toplu kıyıma uğratılmıştır. Ayrıca eski Van yakılmış, arda kalanlar bugünki yeni Van’a göçmüşler.
Bugünki Van’ın olduğu yer ise tam da kırıkların savaş alanı. 2011’de gördüğü depremin daha güçlülerini geçmişte gördüğü gibi, gelecekte de görecektir. O nedenle Van’ın Toki evlerinin olduğu tepelere kaydırılması seçeneksizdir.
Urartular’ın başkentliğini yapmış olan Van Kalesi, 3000 yıllık görkemiyle Van gölü içine giren burun tepe üzerinde duruyor. Van Kalesi’nde Urartular’dan kalan kaya ile oda gömeçleri, tapınaklar, yazıtlar ile bazı yapılar var. Urartular çivi yazısını Mezopotamya’dan öğrenmişler, ancak buldukları her kaya üzerine anılarını çok güzel bir bezemişler. Bunları okuyabilen yeryüzündeki 30 kişiden biri Van’lı eski bir müze bekçisiymiş.
Urartu kralı I. Sarduri’nin kurup,başkent yaptığı Tuşpa, Urartu krallarının otlaklarını, ayrıca uzun yazıtları içerir. Van Gölü kıyısında Urartu döneminden kalan eski iskelenenin sıra düzen taşları yer alıyor. Maktralı kireçtaşı kütlelerinin her birinin ağırlığı öşürmesiz 4 ile 18 ton rasında. Bu taşlar Urartularca Van-Edremit’ten kesilerek buraya taşınmış. Üst üste yığılarak iskele duvarı yapılmış. Bu taşların iç ile dış yüzeylerine çivi yazısıyla iskelenenin nasıl yapıldığı 6 yere yazılmış, bunların biri aşınmış diğerleri okunuyor.Gerçekten bu iskele eşsiz, ancak Van gölü günümüzde dolarak 200-300 metre daha öteye çekilmiş.
Kuzey batıdaki Eski Van aşağı düzlüğünde Horhor Yazıtı, kaledeki en uzun yazıtı olup kalenin sağ çıkışındaki yardan girilen üç odalı oyma yapının duvarlarında yer alır. Ayrıca kral Argişti’ye ilişkin gömeç odasının girişinde de çivi yazıları var. Burada tanrılara adanan kurban kesme yerleri, kan biriktirme yerleri ile et yığma yerleri yer alıyor.
Analı kız kutsal alanında büyük kayalara yazılmış yazılar büyük bir görkemle görülür. Burası bir sunak alanı. İç Kale’de Urartulara ilişkin bir tapınağın temelleri bulunuyor. Kalenin batısında Madır Burcu adlı görkemli yapının ne amaçla yapıldığı tam olarak bilinmemekte, ancak bir liman olduğu sanılıyor. Kalenin kuzeyinde yer alan Van Kalesi Üyüğü’nde kazılar yapılmış, İstanbul Bilimteyi kazıyor.
Kalede, Mimar Sinan’ın yapıtı olan Hüsrevpaşa Külliyesi; han, yunak, türbe, imaret, çeşme ile medreseden oluşuyor. Bölgede sağlam kalan tek yunak bu külliyenin bir birimi olan Çifte Yunak’dır. Eski Van’da günümüzde kullanılan tek ürün Kaya Çelebi Camisi. Eskiden çok görkemli bir yer olan Van Ulu Camisi ne yazık ki günümüzde yıkılmış, yalnızca uzundırazı(minaresi) sağlam kalabilmiş. Kızıl Camisi de yıkık biçimde uzundırazının alt kesimi günümüze ulaşmış, diğer bölümleri yıkılmış. Kentte, günümüze ulaşan S. Dsirvanor, S. Stephan, S. Vardan, s. Neshan, kentin en eski kilisesi olan ile Çifte Kilise olarak da anılan S. Paulos ile S. Petros Kiliseleri var. Ayrıca eskiden İsa’nın çarmıhına ilişkin bir parçanın saklandığı Meryem ana (S. haç, Tiramary) kilisesi ile Madır burcunun üstüne yapılmış Vaftizci Yahya (S. Hovhannes) kiliseleri yıkılmış. Hüsrev Paşa hanının temelleri Kaya Çelebi ile Hüsrev Paşa Camileri arasında görülebiliyor. Kentin batısında bulunana Horhor bahçeleri kentin surlar içerisindeki bahçeleri durumunda, İskele Kapı’nın hemen önündeymiş. Ayrıca bahçelerin yakınında günümüze kalıntıları kalan Horhor Camisi ile Medresesi bulunuyor. Evliya Çelebi’nin görkemle anlattığı kale ile Eski Van kenti şu anda bakıma alınmış. Kazılar, Kale de, doğu üyüklerde, eski Van’da İstanbul Bilimteyince sürdürülüyor.
Van’ın ertirliği(kahvaltısı) ünlüdür derler ya, bizim yaptıklarımızdan ayrılığı iki olgu gördüm biri kavut, diğeri murtıga, bir diğeri Van otlu peyniri. Kavut, iri öğütülmüş, kavrulmuş buğdaydan yapılıyor. Görüntüsü susam ezmesi gibi, kahverengi, tatlı ya da tuzlu değil. Balla iyi gidiyor. Murtıga da yumurtayla yapılan sanki omlet ile pide arası bir yemek, o da tatlıyla yenirmiş.merikan çalgılarıyla yemek yedik, sanırım işte bunlar ekinsel bastırma. Ortada o çeşit çeşit güzel Türk ezgilerimiz yok. Beğenilmeyecek neyimiz var? Neyimizden utanıyoruz? Kendimizde kimi arıyoruz?
Göl açık mavimtrağa döndü, ertirlik sonrası Ahtamar adasına yol alacağız. Künzel(hava) serince. Akşam üşüdük.
Akdamar’da(Ahdamar) Yüzmek Bir Başka
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
26 Ağustos 2013 Pazartesi günü Van-Edremitten çıktık 43 km uzaktaki Gevaş’a geldik. Gevaş Van kıyısında yeşilliklerle dolu bir kent. Orada bekleyen tekneye bindik yaklaşık 25 dakika sonra Akdamar’a adasına geldik. Akdamar adası öyle büyük bir ada değil, yaklaşık 100 dönümlük bir yer. Karşıdan bakılınca sanki yatan bir keltavuğa benziyor. İskelesine yakalştığımızda gölün pırıl pırıl camgöbeği saydan olmasını görüp şaşırdım. Basmıklardan çıkarak adanın doğusundaki manastıra geldik. Manastır’ı yapan taşlar kızıl-kahverengi yanardağ taşlarıyla Edremit’ten çıkan taşıllı ak kireçtaşları. Manastır ile kilise bakıma alınmış. Kilise içindeki sıvaların çoğu dökülmüş, resimler kök boyaymış. Yenileme sırasında yine kök boyalarla üzerinden gidilmiş. Kilisenin güney tepeciğinde gömeç alanı, doğusunda yıkık manastır alanı yer alıyor. Kilisenin çevresi badem ağaçlarıyla dolu. Belli ki, Van’da toprak badem ağacına çok uygunancak karasal kesimde nedense bir tane bile dikilmemiş. Kilisenin kuzeyinde konutlar varmış ancak onların bugün yıkıntısı bile yok.
Kiliseden 100 metre aşağıda ayakyolu ile çay bahçesi var. Van’a bakan tepe üzerinde ise orta boy bir Türk bayrağı dalgalanıyor. Her yıl, Eylül’ün ikinci pazarında tüm yeryüzündeki Ermeniler buraya gelip toplu tapınma yaparlarmış. Ancak sayıları gittikçe düşüyormuş. Ermenistan’dan gelenler günü birlik geliyorlarmış. Onlar için Akdamar’a uğramak yarım hacı olmakmış.
Bir yeri ülke yapmak için kesin kes bayındırlık yapıtları bırakmanız gerekiyor.
Deniz pırıl pırıl çok güzel. Giyimlerini getiren dört beş arkadaş dalınca suya dayanamadım iç donumla girdim Van gölünü. Su saydam, dibi görülüyor. AyrıcaEdremit’e göre görece ılıman. Öyle serinledim, öyle tat aldım ki anlatamam.
Tekneye iç donumla çıktım, kimseden utanacak durumum yok. Nesligül Keskin(İng.Öğr.) ile Gülin (Sağlıkçı) hanımla oturdum, çok güzel bir söyleşi gelişti. Bir ara kalkıp donumu değiştirdim. Yaş donu bayrak yaptık. Her 30 dakikada bir kalkan tekne bizi güzel anılarla Gevaş’a döndürdü. Van Kalesi için yola koyulduk. Edremit’e varırken Van gölü içinde yaklaşık 5 dönümlük alanda beyaz köpükler gördük, tüm martılar içinde. Sanırım bu sülfat olmalı.
Muradiye Çağlayanı Akar Gürleye Gürleye
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
Muratdiye çağlayanı Bendimahi denençay üzerinde yer alıyor. Bulunduğu yer Van Gölünün kuzey doğusunda yer alan Muradiye kentinin 5 km kuzeyinde. Alan yanardağ kayalarıyla(bazalt) il örtülü. Bendimahi ırmağına dik yönden, doğudan yaklaşık 15 metre yüksekten 5 kuşaktan gürlevük(çağlayan) düşüyor. Irmak Van gölüne doğru yaklaşık 20 metre genişliğinde bir kesik(kanyon) içinden akıyor. Bendimahi ırmağının üzerinde yaklaşık 50 metre uzunluğunda bir asma köprü var. Çevresi düzgün, ırmağın karşısında alabalık yedik, ayakyolu temiz. Çevrede kavaktan başka yeşil yok. Dağlar bazalt ile örtülü, ayrıca çıplak.
Çağlayanın 200 metre kuzey batısında bir HES işletimde, kıvıl üretiliyor. Ayak yolculuk burada iş olmuş, girmek 50 kuruş.
Tendürek-Süphan Yanardağları, Aladağlar Boyunca Doğu Bayazit’e Gidiş
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
Van’dan Muradiye yönüne giden yol çok güzel bir asfalt yol. Muradiye çağlayanından sonra, çıplak alanda yer yapısı çok açık gözlemleniyor. Sanki bir yeryüzü/doğa ürünleri sergisinde geçiyorsunuz. Toprak kolay ayrışabilir birimlerden oluşuyor. Onun üzerine sanki bir halı gibi Tendürek ile Süphan dağlarının püskürtüleri olan balkılar(lav) örtmüş. Rengi karamsı koyukahve. Karşıda Tendürek yalnız bir yanardağ olarak sol yanda dineliyor. Aladağlar aşılınca Tendürek geçidinden geçilip Ağrı topraklarına giriliyor.
Muradiye küçük bir ilçe; Muradiye depremiyle bilinir. Van gölünün kuzey doğudaki burnunun tam ucundadır. Muradiye’den çıkınca Babacan, Çiçekli, Muradiye Çağlayanı, Ayrancılar, sonra Çaldıran ilçesinden geçtik. Çaldıran denilince büyük Muradiye-Çaldıran depremi usuma geldi. Çaldıran-Doğu Bayazıt arası iki evreli yanardağ balkılarının oluşturduğu bir açık yeryapısı sergisi gibi. Batıda bu püskürtüleri atan yüce Tendürek dağı öyle bizi kolaçan ediyor. İlk püskürme koyu bir gereç getirmiş, açık kahverengi. Son püskürme ise onun üzerine, ayrıca çukurlara serilmiş, içinde sürüklediği kocaman yanardağ kayalarıyla.
Çaldıran’da Esen hoca 2. Murat-Fatih-2.Bayazıt-Yavuz Sultan Selim dönemlerini kapsayan geçmişi büyük bir eğlence, merak, akıcılık içinde anlattı ki, ben hiç böyle bir ötken(tarih) anlatımını daha önce işitmemiştim. İlginç yerlerden geçerken ses yükseltecini bana vererek çevreyi yerbilimsel bakımdan anlatmamı sağladı.
Çevrede az da olsa göletler ile kapkara yanardağ külleri görülüyordu. Seyrekte olsa otsuz alanda otlanan andıklar. Süphan geride kaldı. Doğuda (sağda) İran sınırı ile gözlem yerleri 300-400 metre ilerimizde tepeler üzerinde. Bizim de PKK’ye karşı savunmada kullandığımız karakolları tepeler üzerinde sıkça görmeye başladık. Arada panzerler, karakollar içinde tanklar. Ancak ortamda bir gerginlik ya da yol denetimleri yok. Erinç, barış egemen. İlk görüldüğü yerde araçtan inerek Ağrı’nın kocaman dik duruşunu büyük bir hayranlıkla izledik. Tepesi sanki kesik gibi, üzeri de bulutlu. 2-3 km doğusunda ise göreceli sarp olan Küçük Ağrı dağı sanki babasına bakan bir çocuk gibi, İran’a yakın duruyor.
Durduğumuz yerde bir köy, ta aşağılarda. Çocuklar bağırarak bize el sallıyorlar. Toprak evler, bir cami, yığılmış tezekler ile otlar, birkaç tavuk. Tam bir seçeneksizlik içindeler. Hiçbir yerde Türk bayrağı sallanmıyor. Koşarak iki çocuk geldi, 7-8 yaşlarında, erkek. Bizimle hoşça konuşmaları oldu, sevimli mi sevimli. Arkadaşlar onlara sarılarak ekiz çektirdiler. Ellerine üç beş kuruş verdik. Bu köyden eğitimli çıkma olasılıkları yok gibi.
İçimiz buruk ayrıldık.
AĞRI DAĞINA 65 YAŞIMDA TIRMANDIĞIMA ÇOK MUTLUYUM
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
Bir gün Ağrı(Ararat) dağına çıkabileceğimi düşünmezdim. Yaş 65, ben bugün Nuh Ararat-Yudosk gezdiricileri öncülüğünde 30 kişiyle ağrı dağına tırmandım; gün 27 Ağustos 2013 Salı; 15:56.
Ağrı dağı tırmanışı için önce Doğu Bayazıt ilçesine geliniyor. Orada kalınabilecek kalıncak kentin 8 km doğusunda, Gürbulak- İran yolu üzerinde sağda, 3 yıldızlı SİM-ER kalıncağı 0472 312-4842. Günlük yatak+ ertirlik 100 TL dolayında, yataklar temiz. Yeşillikler içinde, özellikle bahçedeki yeşil elmalardan yemenizi öneririm.
Ağrı’ya tırmanacakların kimlikleri Doğu Bayazıt’ta kır kollukgücüne(jandarmaya) yollanıyor. İzin çıkıyor. Yabancılanrı ekiz çekmeleri yasak. Bu işleri gezi başkanı Mehmet Çeven(Doğu Bayazıtlı) çarçabuk yaptı. Kolluk güçleri kim dağa çıktıysa onu cep ündeğinden(telefonundan) arar soramış;
“Nasılsınız? Nerdesiniz? Bir sorun var mı?”
Bu biz yurttaşlara bir güven veriyor.
Araçlara buyumları(eşyaları) yükledik, kötü yollardan El köyünü geçerek 2200 metredeki kalkış yerine geldik. Oradan Ağrı’ya baktım. Kocaman dağın üzerinde pamuk pamuk bulutlar. Bir süre sonra baktım, çevredeki tüm bulutlar Ağrı doruğunda toplanmışlar. İlginçtir, gün açtı güneşlik, ancak çok esintili olduğundan asla sıcak değil. Toplanan bulutlar dağın tepesini buz gibi karlarını bıraktılar, uzaklaştırlar. Dağın kuzey batı yamacında, Iğdır yönünde hiç erimeyen Takke Buzulu yanardağ ağzından Iğdır’a doğru uzanır biçimde up uzun görünüyor.
O arada, dağa çıkacak buyumlar(eşya), kalkış yerindeki 8 tane ata yüklendi, onlar yola koyuldular. Çoğumuz eğitimli olmamıza karşın birkaç kişinin yedikleri çikulata, kek kağıtlarını, ayrıca naylon su şişelerini doğaya atmalarını şaşırarak karşıladım, ayıpladım. Bence kılavuzlar, dağa çıkmadan önce çevre temizliği, çöp tutma konusunda kesinkes çıkanları uyarmalı.
Bizi, dağa çıkaracak baş kılavuz Memet Çeven(Çeven at demektir), onun yardımcıları halaoğulları Erkan Çimril(akıllı)(kılavuz), Erhan Çimril(kılavuz), Ercan Çimril(bekçi) beyler de bizimle. Erhan’ın başına bağladığı poşu PKK renklerinde. Yandaş değildir umarım diye düşündüm. Atçılar ise Ahmet Çavaran, Ramazan Çavaran, Adem Aslan, Rıdvan Saltık. Tümü tığ gibi, ipincecik. Bizim 4 saatte çıktığımız yeri 45 dakikada çıkarlarmış. Doruğa ise gidiş geliş 9 saat, inanılır gibi değil. Kılavuzlar günde 100 dolar alırlarmış. Atçılar ise; 2200’den yükü alırlar, önce 2900, sonra 3200, sonra 4200’deki konaklama yerlerine getirirler. Orada doruğa gidecekleri beklerler, sonra yükleri yeniden alıp 2200 metreye bırakırlarmış. 4 ile 5 gün süren bu taşımacılık için at başına 200 TL alırlarmış. Yeme, yatma Nuh-Ararat’tan, kurulan çadırlarda kalıyorlar. Konaklama yerinde atlar otlanıyorlar. Atlardan bir 3 ay önce bir tay doğurmuş, o da annesinin peşinden geliyor, hem ana sütü alıyor, hem de taşımacılığa öğreniyor. Atçılar, Doğu Bayazıt’ta sıraya konulurmuş. Kimin sırası geldiyse onlar dağa çıkarlarmış.
Mehmet Çeven tümümüzü topladı, öğle yemeği kumanyaları dağıtıldı. Sırt çantalarımız aldık, içinde yedek iç çamaşırları var. Ancak, bana göre dağa çıkarken asla üzerinize ağırlık almamalısınız. Oldukça yeğni(hafif) olmalısınız. Ayaklarıma, tırtıl tabanlı kabaralı etük(bot) giydim. Diğer türlü bilek dönebilir.
“Ağrı’nın Ermenice adı “Ararat” ya da “Masis”, Selçuklular döneminde ise “Eğri Dağ” derlermiş. Kutsal betiklerde ki adı Ararat, Kuh-i Nuh, Cebel ül Haris’dir”.
İçimizdeki gezginlerden Şake Yalçın hanım ekledi,
”Ben Ermeni soylu bir Türküm. Ermeniler için Ağrı kutsaldır. Bir çoğu Ağrı’ya çıkmak ister. Ancak yanlış bir anlayışla Türkiye’nin engel olduğu sanılır. Türkiye’yi özellikle Lübnan’dan ABD ya da Avrupa’ya göçenler çok ayrı biliyor. İlginç olan Ermenistan’ın simgesi Ağrı dağı olmasıdır. Ermenistan’dan Ağrı dağı çok açık görülüyor”
Marco Polo’nun Ağrı Dağı için asla çıkılamaz demesine karşıni dağa ilk tırmanış, 9 Ekim 1829’da Prof. Frederik Von Parat’ca başarılmış. İlk kış kaya çatlaklarına dayanarak(solo) tırmanışı 21 Şubat 1970’te Dağcılık Birliği eski başkanlarından Dr. Bozkurt Ergör gerçekleştirmiş.1980’li yıllarda binlerce dağcı Ağrı Dağı’na çıkmış. Ağrı’ya tırmanış 1990 yılında yasaklanmış. 1998’de Dağcılık Federasyonu’nun bir öbek dağcıya izin vermesiyle bu yasak kaldırılmış.
Ağrı Dağının Eski Ahid’e göre (Tevrat) Büyük Tufan’dan sonra Nuh’un gemisinin konduğu yer olarak bilinir. Ancak, Kuran’da Nuhun gemisinin “Cudi’ye oturduğu” belirtilmektedir[5]. 1950’li yıllarda, gökyüzünden çekilen ekizlerdeki gemiye benzeyen biçimler Nuh’un gemisinin bulunduğu yönünde yorumlansa da asılsızdır.
Ağrı, 5165 metre yükseliğiyle Türkiye’nin en yüksek dağı olup iki tane doruğu vardır. Yükseği Atatürk, alçağı İnönü doruğudur. 4000 metreye dek karataş(bazalt) daha sonra Afyontaşı(andezit) balkılarından( lav) oluşur. Dağın doruğundaki takke buzulu Türkiye’nin en büyük buzuludur. Oradan çok tırmanan yok. Ağrının doruğu dört süremde erimeyen karlı bir kaplı bir yanardağ dağıdır. Türkiye’nin Ağrı ilinin sınırları içindedir. Dağ, İran’ın 16 km batısında, Ermenistan’ın 32 km güneyindedir. Dağın %35’lik bir kesimi Iğdır ilinde, kalan %65’lik kesimi ise Ağrı ilindedir.
“Ağrı Dağı yüksek düzey tırmanışı olarak tanımlanır. Yüksekte basınç ile paslatkı(oksijen) oranı yaşadığımız alçaktaki kentlerden çok azdır. Soluksuz koşullara eğinimizin alıştırması gerekir. Dağcılıkta buna kamıklaştırma(aklimatizasyon)denir. Uyarlılık gerçekleşmemişse tırmanıcılarda yeme isteği olmaz, eli ayağı kırgındır, bulantı ile uyku durumu gözlemlenir. Ağrı Dağı tırmanışı, Kaçkar ya da Süphan Dağı tırmanışlarından kesinlikle daha güç bir tırmanış değildir. Ancak Ağrı’da diğer dağlarda görülmeyen birden bire sarplaşma vardır. Kaçkar Dağı’ndaki gibi yükselip koyaklar aşıp yeniden alçalıp yükselen bir tırmanış yolu yoktur. Sürekli yükselirsiniz. Bu da her adımda eğinin yükseklikle karşı karşıya gelmesine neden olur. Ağrı Dağı’nın diğer ayrılığıda doruğa varmadan üzerinden geçilen buzuldur. Ancak biz doruğa çıkmayacağız. Ağrı Dağı tırmanışını etkileyen en önemli olaylardan biride günün, gökyüzünün sürekli değişimidir. Özellikle bu değişim 4200 metreden sonra değişkendir. İçimizdeki Aslıhan ile Hatice arkadaşımız 3 gün önce doruğa çıktı. Ağustos’da bu yükseklikte kar yağışı ile güçlü kar fırtınasına tutuldular. Ancak içinizden isteyen olursa biz ancak 4200 metreyi deneyeceğiz”
“Ağrı’ya tırmanış DoğuBayazıt ilçesinden başlar. Buzuldan çıkmak isteyenler kuzeydeki Iğdır’dan da çıkabilirler. Biz Ağrı’ya alışılmış, çok kullanılan güney yüzünden yapacağız. Iğdır yönünden gerçekleştirilen kuzey yolları ise daha bilinçli buzul tırmanışıdır. Ancak, buzul üzerinden gidiş çok daha güçtür”
“Arkadaşlar, dağ tırmanışının kuralı; herkes tek tek arka arkaya dizilecek. Dağa asla çöp atmayın. Yürüyüş kolunda tartışmasız yetki kılavuzdadır. O ne derse ona uyulur. Dağılmak yok. Ben önden gideceğim, ancak arada Erhan ile Erkan olacak, en arkada da Esen hoca geriden gelenleri toparlayacak. Kendinizle, başkasıyla yarışmayın, gürenizi(enerjinizi) tutumlu kullanın. Ekiz(foto) çekerken arkadaşını bekletmeyin”
Yürüyüş büyük bir coşkuyla başladı. Ben önce Nesligül hanımla ortalardaydım. Nesligül hanım efendi bir kadın. Artvin, Gürcü kökenli, eğin(vücut) ayrıca tin olarak oldukça ince bir kişi. Türkçe, ile İngilizce üzerine konuşa konuşa yürüdük. Daha sonra diğerlerini teğet geçip önde giden kılvuz Mehmet’in arkasını bırakmayan Erzincan Eğinli(Kemaliye), işlergeci Yalçın beyin ardına takıldım. Benim ardımdan da iki sopayla sağlıkcı Kars-kağızmanlı Gülin hanım geliyor.
“Ercan hocam, biz bu işi Haziran-Eylül arasında yaparız. 4000 metre üzerine kar Eylül’de, 3000 metre üzerine Ekim’de, daha sonrada ta Doğu Bayazıt düzüne dek karla örtülür. Aşağılarda kar Mart aylarında, 3000’lerde, Mayıs aylarından geri çekilir. Ağrı’da ise 4000 metre üzerine Haziran’da çekilir. Karlar eridikçe bu dağlardan gürül gürül sular dereleri doldurarak düze iner. Düzün sıcağından yanan Doğu Bayazıtlılar buralardaki yaylaklara gelirler. Eriyen kar suları derecikleri doldurur onlardan yararlanırlar. Andıklar(hayvanlar) için işte şu gölmeçleri(havuz) yaparlar, sulamak için. Burada, yoğurdunu, peynirini yaparlar, yününü kırkarlar. Ağustos’un 2. Haftasından sonra derecikler kuruyunca yeniden kışlağa (Doğu Bayazıt’a) dönerler. Benim çocukluğum bu dağlarda geçti. Biz dağ adamıyız. Karış karış biliriz Ağrı’yı”
“Kaç kez doruğa çıktın?”
“Ağrının doruğu 5165 metre. Ben 319 kez, babam ise 500’ün üzerinde tırmanmıştır”
“Vay be”
“İran’da Zağros dağlarında olan Demavent doruğuna da beş altı kez tırmandım. Yüksekliği 5650 metre. Ayrıca Afrika’daki Kilimanjora(6000 m) dağına da tırmandım”
“Onun için tığ gibi, ayrıca erkinsin. Aferim sana”
“Sağol hocam”
Kayalar arasındaki keçi yollarından yürümeyi, tırmanmayı sürdürüyoruz. Ak feldispat gözeli andezit yanık kayaları, onun üzerinde kütleler biçiminde kahverengi gözenekli, kabarcık gözeli bazalt katmanı yer alıyor. Kimi yerlerde koyu renkli tüf taşları, yaşlı, koflaşmış andezit ile körpe sağlam andezitler görülebiliyor.
Nilüfer Dündar hanım yerbilimlerine ilgili,
“Bakın şu andezitler var ya! Onlar özellikle altın, gümüş, kükürtlü bakır, kurşun, demir tözleri(maden) içerebilir”
“Bakın, Ağrı dağının tepesi sanki eğri olarak biçilmiş gibi. Ağzı batıya doğru bakıyor. Batıya bakan doruğunda hiç erimeyen buzul var”
“Hocam biz o buzulun üzerinde de tırmanırız. Her yıl Ağrı’ya tırmanmak üzere yaklaşık 10 bin kişi gelir. Kışın tırmanışı kayaklarla yaparız. Tırmanma kayaklarının altında porsuk tüyü vardır. Adım attınmı geriye kaymaz. Kayaklarla doruğa dek çıkar sonra da aşağıya ineriz. En çok ölüm olayları inmede olur. Çünkü kişi çıktım diye sevinir, coşku ile çabucak inmek isterken tökezlenir. Ben ayrıca kurtarmacıyım, DAKUT’un üyesiyim”
Sürdürüyor,
“Yalnız, yükseklik bazılarında olumsuz etki yapar. Kimisi oksijen azlığıyla “yükseklik sarhoşluğu” yaşar. Bilincini yitirip olmayacak hareketler yapmaya başlar. Bazen saldırgan olur, bazen sürekli ağlar. O nedenle biz aşamalı çıkışı yeğleriz. Çeşitli yükseklik evrelerinde konaklaya konaklaya çıkarız. Uygunu böyle. Vücut alışsın diye önce 4200’e çıkıp, sonra geri 3800’e geri döneriz”
“Güç olmaz mı?”
“Dağa çıkmanın bir kuralı var. Ona uymak gerekli. Ben, 75 yaşında birini de, iki tane görmezi de, ayağı inmeden kurtulmuş, ya da topalı da, daha yeni baypas olmuşu da çıkardım dağa. Herkes çıkabilir, ancak deneyimli bir dağcı eşliğinde. Oyun, yarış yok, yavaş yavaş, çıdamlı(sabırlı)”
Bu arada ben de arkadaşları bilgilendiriyorum,
“Bakın dağın bağrında ırmak gibi akmış balkı(lav) olukları var, koyakların içini doldurmuş. Bakın son patlama ile akma şu kırmızımtırak görülen kızılsı yarık ayrıca hematit denilen demir tözü içeriyor”
Taşlar, tozlu topraklar içinde, katırtırnakları, deve dikenleri, ayı kulakları, kekik kokuları, yaban dalganları içinde yürekli olarak yürüyoruz.
O arada Nilüfer Dinçer hanıma dalgan daladı.
“Off çok acıyor ısırgan otu ısırdı”
“Ot ısırmaz, köpek ısırır. Ot dalar. O nedenle o ota dalgan denir”
“Olsun ben ısırgan diyeceğim”
“!!!!!”
Mehmet Çeven beyle hala oğlu Erhan, Ercan, Erkan beylerin sesleri her Doğulu gibi yanık. Hem yürüyorlar hem de türkü çığırıyorlar; yer yer coşkulu, yer yer ızdıraplı ezgilerini Türkçe, Kürtçe, İngilizce karışık söyleyerek ortalığı şenlendirdiler. Ara sıra biz de onlara katıldık. Mehmet beyin babası Halis Çeven Ağrı dağına ilk çıkanlardan olduğundan, Alman TV’si onun çekimini yapmış. Çocukluk çağlarını Erhan canlandırmış.
Bir saat sonunda biraz yorulmaya başladık, sırtımdaki 4 kiloyu geçmeyen sırt çantam sanki 15 kilo gibi gelmeye başladı bana. Bu gören kılavuz Mehmet Çeven bey,
“Hocam, sırt çantası sende kalsın, ancak içindekileri Erhan’ın çatasına ver”
“Size yük olmasın?”
“Olur mu hocam! Bizim görevimiz bu”
Elmaları, ayrıca ek su şişesini Erhan’a verdim. Yaklaşık 15 dakika dinlendik, ekizler çekildi. Yeniden yola koyulurken, Mehmet kılavuz Erhan’a,
“Erhan sen Ercan hocayla, Özden Özen hanımı al. Yavaşça yola çık önden, biz size yetişiriz. Çok tez gitme ha”
Biz daha yavaş bir adımla yürümeye başladık, ancak yavaş yürümek beni yordu diyebilirim.
“Erhan nerede bu 2900 metre deki kalma yeri?”
“Ercan hocam, şu karşıdaki tepe var ya! Onun ardında, buradan görülmez”
Ardımıza bilgisayar sayışmanı Ali Doğuyıldız bey de katıldı. Her ara konakladığımızda, çimenlerin, taşların üzerine attım kendimi. Sanki kuş tüyü yatak gibi geldi bana.
Arkadan gelenler bizi geçtiler. Ancak, yüreğim öyle töpüldüyordu ki, kimse ile yarışamazdım. Çünkü yükseğe çıktıkça paslatkı(oksijen) de azalıyordu.
En sonunda 2900 konaklama alanı görüldü. Birkaç çadır, otlayan özgürleştirilmiş atlar. Hemen şu 500 metre ötedeki kayalığın ardında, ancak elimde ayağımda güç kalmadı. Yattım kayalara, güneş cayır cayır beni yakıyor, hiç oralı mısın demiyorum. Özden hanımda yattı, uzandı otlu, taşlı alana, Ali bey oturdu kaya üzerine, ündekciğiyle oynuyor, ne de olsa genç.
Üç saat sonra konaklama alanına geldiğimizde arakadaşlar alkışlarla karşıladılar. Fatma hanım(İnşaat sayışmanı) hemen bir çay koydu sıp sıcak.
“Oh ne güzel de gitti serin havada”
Ali Dinçler bey,
“Hocam sırılsıklam olmuşsun. Hemen giysilerini değiştir”
Çadırım kuruldu, turuncu. İçine Jale’nin verdiği mat ile yatağı serdim.
Çadırlar sanki bir renk cümbüşü yarattı. Herkes çok mutlu. Erhan herkese “çıktım” anısına, başlık ile gömlek dağıttı. Atlar kayalar arasına yayılmıştı.
Serpil Şahin ile birileri daha ata bindi.
Arkada koca, başı karlı Ağrı doruğu bütün heybetiyle bizi kucaklamış gibi. O arada birkaç kişi doruktan dönüyor. Açık olan gökyüzü birden bire bulutlarla doldu. Gök gürlemeye başladı. Ne de çok severim gök gürültüsünü.
“Bakın! Yağmur yağacak. Doruğa kar düşüyor. Bu Ağrı’nın davranışı belli olmaz. Gökyüzü apaçıkken birden bulutlar kümeleşir, kararır, yağmur düşer, dolu düşer, kar düşer. Sürekli tetik olmalı”
İnek, koyun, keçi sürüleri ileri tepelerden görünmeye başladı. Çobanların ezgileri konağa dek geliyor. Ne de güzel bu sessizlik içinde.
Bulunduğumuz yerde kıvıl(elektrik) yok. Biz uçun(gaz) ışıldağı yandı. Çadırlar içinde el ile baş ışıldaklarıyla görüyoruz. Kartal yuvasındayız sanki; Doğu Bayazıt’a bakan tepede bir yunak, Ağrı yakasında bir çadır ayakyolu yapıldı. Su var, onları aşağıdan beygirler taşıdı.
Gün, Doğu Bayazıt arkasındaki dağlardan batarken yaşamın en güzel görüntüleri belirdi. Mavinin tonlarına bürünen dağ ardışımı üstünden Çoban Yıldızı parıldadı giden günün üstüde. Günün battığı yerdeki kızıllık bir ömre bedel. Kızıllık, kahveye, kahve karaya dönüştü, yıldızlar belirdi; ışıl ışıl. Çoban yıldızı ta batıda karşıda. Ne de kesikin ışık yayıyor. Ay doğudan doğru doğacak ancak 01’i beklemeli. Ağrı’nın karanlığının en güzel yanı, tüm yıldızları, Samanyolu’nu, yakınuzayı apaçık grüyorsun.
Tuğrul Yiğiter bey eliyle göstererek,
“Bakın işte şu Küçük Ayı takım yıldızı”
“Ben Samanyolu’nu görmek istiyorum”
“İşte şu Orion kolu olmalı”
Küçük Eda, oturağa kıvrılmış, ışıldağıyla aydınlattığı betiğini(kitabını) okuyor.
Katılanlarla tek tek tanışmaya başladık. Hanife Çakmaklı hanım Milas doğumluymuş. Onunla, bizim Aydın ağzıyla;”bizim gız”, “bizim oğlan” söyleşisi yaptık.
Konuşma nereden çıktı geldi, bilmiyorum ancak, söz döndü geldi “Urfa Göbekli Tepe” ile Mekke’de 7 kez dönme benzerliğine. Benim yergili konuşmam Pervin Birsen hanımı gerdi. Ancak savunman Özden hanım inanç konusunda söylediklerime katıldığını belirtmesi, Örekmen Müberra Taştekin’in usunu kullanarak irdelemesi hoşuma gitti. Savunman Sezer Bilen hanımın, her söylenene “Ben katılmıyorum” diyerek karşı çıkmasına karşın, bir düşünce de geliştirmemesi, tek sözlülük yarattı. Bu davranış Nilüfer hanımı da germiş ki, susamadı;
“Kardeşim, siz de hep olumsuzsunuz yahu. Bardağın hep boş yanını görüyorsunuz”
“Ben mi?”
“Evet siz”
Gülin İlbars, doğma büyüme Kars-Kağızman’lı, mert göründüğü gibi bir kız. Türkçe’yi Doğu ağzıyla konuşuyor. Ezgileri, şarkıları biliyor, ayrıca katılımcı, Müberra, Nilüfer, Nesligül hanımlar ile dedesi bestekar olan Tuğrul Yiğiter, Yalcın Önen, İlhan Tellioğlu gibi. İlhan bey ayrıca ıslıkçı.
Soğuk bir esinti üfürüyor. Kısa darbulağı(pantolan) uzunla değiştirdim. Arkadaşlar bir ilmek yapıp çevresinde toplanıp “Boşanma” üzerine bir tartışma açtılar; İlhan bey kendine bilgi topluyormuş meğerse, betik yazacak. İlhan bey oldukça girişken, diri bellekli, emekli bir binbaşı. Şimdilerde Okmeydanında torganlık(emlakçılık) yapıyor. Altından kalkamıyacağı bir iş yok. Erkin, iyi yürekli bir arkadaş. Ah bir de otobüste sürekli olarak ıslık çalmasa. Ancak, tam bir gezi arkadaşı eşi Hülya Tellioğlu ile. Yalçın bey daha yeni ayrılmış, söküldü bütün eş ilişkilerini. Şimdi türlü türlü makarna yapmasını biliyor. Mercedes’de sağlama(logistik) başkanı.
Esen hoca geldi,
“Bırakın bu sıkıcı konuyu, içi açan Türk sanat müziği şarkıları söyleyelim”
Doğu Bayazıt Topçatan köyünden Erhan ile Mehmet bey, Dengbey ekinini yansıtan Türkçe, Kürtçe ezgiler söylediler. İkisinin sesi de çok güzel. Benden istekte bulundular “Çökertmeyi” , sonra da “Yörük Ali’yi” söyledim.
Öbeğin iki sırılsıklam aşığı İTÜ’lü Can Arbak ile Esra Tunçbilek, el ele, böğür böğüre uzakta taşlar üzerine oturmuşlarlar sevginin tadını çıkarıyorlar. Topluluğa hiç katılmadı bu çifte kumrular.
Sonra Mustafa Esen hoca gelip, çok derin bilgisiyle ır gibi “Çerkez Ethem’i” anlattı. Ne de güzel anlatıyor.
23:30’da çadırlara çekildik. Dondum tanrım dondum. Soğuk iliklerime dek işledi.
Akşam 01:30 sularında kalktım. Ortalığı yarım ay aydınlatıyor. Aaa bir de Ağrı’ya baktım; 4200 metre de oyanayan ışıklar var, karanlıkta. Uzun süre onları izledim, meğerse doruğa yürümeğe başlamışlar, 07:30 gibi varırlarmış.
Çadırın yanına işedim. Şırıltı sesi çalgı sesi gibi geldi.
Yine yattım.
“Bu böyle olmaz. Yarın kesin dönerim ben”
Gün ağarırken 1,5-2 saat uyumuşum. Meğerse kimse uyuyamamış.
“Mehmet bey, burada PKK var mı?”
“Her dağda vardır. Ağrı’da, Süphan’da, Tendürek’de. Ancak şu anda barış var. İki kardeşime iş vererek dağa çıkmalarını engelledim. Bak şu Doğu Bayazıt düzüne burada her türlü meyve; şeftali, elma, erik olur. Ancak halk tembel dikmezler. İran’a kaçağa gider, sigara getirir. Günde 50 TL kazanır, onunla sabahtan akşama kahvede oturur. Ancak son 10 yıldır devletin sunduğu sağlık ile tarım hizmetleri olağanüstü. Umarım bundan sonra Doğu Bayazıt değişecek. 10 yıl öncesinde burada bir bilimtey(üniversite) öğrencisi yoktu, şimdi 400-500 tane var. Doktorumuz, görevlilerimiz hep yerli”
İçimizden 15 kişi 3200 metreye çıkmak üzere ayrıldılar. Ben konaklama yerinde kaldım. Yarın ki iniş çok yorucu olurmuş.
Konakta, konağın tüm durumunu, güvenliğini, yemeğini, düzenini sağlayan iri yarı Burhan kardeşimiz var. Burhan’dan konukları için canını iste verir. Boyu 1:90 dolayında, yaşı 40 gibi,bir tıği, dal gibi, babacan, ağırbaşlılıkla, incelikle konuşan biri. Güneşin toprak yaptığı teni terli. Sıfır kazıtılmış başında yazma(poşu), oldukça güçlü, yorulmak yok. Gün doğmadan 04’de kalkıyor, her işi ayarlıyor.
“Dün akşam çok üşüdüm Burhan. Yaşamımda böyle üşüdüğümü bilmiyorum, iliklerime dek soğuk girdi”
“Hocam sana benim uyku tulumumu vereyim, sen de senin kini bana ver. Rahat uyu. Yalnız biraz ter kokabilir haa kusura bakma”
“Olur mu Burhan sen ne yapacaksın?”
“Hocam biz dağ adamıyız, biz alışığız soğuğa”
Gitti getirdi, açtı, havalansın diye çadırımın üstüne serdi.
“Hocam biz bu Ağrı dağıyla özdeşleşmişiz. Hiçbir durum olmasa, ben yılda bir kez gelir dağda 5 gün kalırım. Bu dağ bizim, canımız, kanımız”
“Çok iş çıkıyor mu?”
“Ben kendim de rehberlik yaparım, yalnız aşçı değilim. Burada Eylül 15, Ekim gibi işler biter. Ben alırım keserimi elime Marmaris, Bodrum’da inşaatlarda çalışmaya giderim. Burada kalsam, emek veririm para yok. Orada ayda 2500 gibi bir gelirim olur, elim parayı da görür. Evde dört çocuk var; hepsi erkek. En büyüğü 12. Kadın bana kız vermedi. Şöyle elime 5-10 bin TL geçse başka bir kız daha alacam ki bana kız versin”
“Ülen iki kadın nasıl olur?”
“Buralarda paran varsa üç de, dört de olur be hocam. Ver parayı hemen alayım sana istediğin sayıda. Kız çocuğu başka be hocam. Yaşlanınca ana babaya onlar bakar. Kız şart”
Emekli Binbaşı İlhan bey katıldı;
“Doğu böyledir Ercan hocam! Teğmenliğimi Mardin’de yapıyordum, aylığım 1500 TL. Karım uzaktaydı, sıkılıyordum. Köyün muhtarı önerdi; bak şurada 4 kız var, ver parasını istediğini al”
“ Şu sarışın kaça?”
“O, 600, yanındaki 500 TL”
“Peşin altıyüz yok. Taksitle olur mu?”
“Üç taksit olur”
“Peki görev süresi bitince ne olacak?”
“Eline 200-300 TL verir, evine geri yollarsın”
Bunlar Türkiye’nin gerçeği olmasına karşın, yine de şaşırdım.
Burada konuştuğum her yerlinin 9’dan aşağı kardeşi yok. Doğu sanki kuluçka işgeci gibi çocuk üretiyor.
“Nasıl geçiyor sizin için burada zaman Burhan?”
“Valla hocam, biri bizi PKK’lı diye ihbar etmiş. Biz de öyle bir şey yok. Kaçtım dağa 5 ay gelmedim. Sonra, Erzurum’da jandarmaya teslim oldum, kurtuldum. Bizden kancıklık çıkmaz. Ben bu devlete askerlik yapmışım. Ben de Türküm Kürt asıllı. Bu yurt, bu bayrak bizim de bayrağımız”
Gözleri kanlı, dirigin Burhan’ın bu sözleri yüreğimi sızlattı, ayrıca kalkıp sarılasım geldi; hepimiz kardeşiz.
“Aferim Burhan sana bu yakışır”
“Marmaris’deyken, benim oğlanın eline taş vermişler polisi taşlatmışlar. İşte bizim sıkıntımız da bu. Ekmek parası için biz dışarıya gidince çocuklara sahip olan yok. Geldim, verdim dersini”
“Sen Ağrı Dağı adamısın Burhan. Sen gelmesen Ağrı seni özler”
“He valla, o bizim canımız”
3200m, 4000, 4200 metreye gidenler, gecikmelerle, mutlu olarak döndüler. 4200’cüler, Yalçın Önen(İşlergeci), Ali Doğuyıldız(Bigisayarcı), Nesligül Keskin(İngilizce öğretmeni), Fatma Konca(Dikintici), Aslıhan Yılmaz, Hatice Kaymakçı, İTÜ Öğretim görevlisi Bora Döken, Serpil Şahin, Eda Ünsal(4000m) oluştu.
“4200’deki konak çok kalabalıktı. Kalın bu gece burada, yarın zirveye çıkalım dediler. Kalacaktık, ancak bir gün daha gerekli. Ancak yine geleceğiz”
En küçüğümüz Eda(14-15) 4000 metreye tırmanmış. Yine geleceğim diyor. Artık o Ağrı’dan kopamaz. Annesi Fatma hanım divriği, tığ gibi, Kaçkarlar’a çıkmış. O, 2 Yaşındayken annesi, babası Bulgaristan Kırcaali’den yalnızca bavullarını alıp gelmiş Türkiye’ye, güçlü bir Türk kadını, ayrıca çok sevecen, düzeyli. Yakın arkadaşı Ali Dinçler bey, eski saymanlardan, o da Boğaziçi’li, Tansu Çiller’in öğrencisi.
Ali bey öyle diyor;
“Sırf güzel kadın diye alırdık onun dersini. Ancak öğretmenliği pek iyi sayımazdı. Derslerini sürekli son saatlere alırdı. Belki bir yerlerde çalışıyordu. Bazen derse de gelmezdi”
Hatiçe Kaymakçı ile arkadaşları çarşaklar üzerinde yürümüşler. Yamaçtaki taşlar çok sakıncalıymış, üstüne basınca hurra kayıyor. Çarşak sözcüğünü burada öğrendim; tutturulmamış taş, kaya parçacıkları. Açıkçası yamaç molozu, üzerine basınca kayıyor. Küçük Ağrı, hem daha dik, hem de çarşaklı olduğundan inmek, çıkmak güçmüş.
Akşamleyin, para toplayarak aldığımız, Erhan’ın atla getidiği bir kara kuzu ile ak başlı oğlağı; Erhan, Ercan, Burhan kestiler. İleri Yayınevi’nde çalışan Dilek Erim, oğlağı yüzerken onlara yadımcı oldu. Taş örgüler arasında konulan saç üzerinde, altında tezek yakarak etler pişirilirken, karıştırma bahanesiyle gidip biraz ciğer, biraz böbrek, biraz da et yedim. Mehmet Çeven kardeş de hem pişiriyor, hem de bilgi veriyordu.
“Hocam birkaç parça yedik, helal edin”
“Sözü mü olur”
Duman içinde etler pişti. Çorba, bulgur eşliğinde tıka basa yedik. Ne de pisboğazım yahu. Ancak, o yediğim etler bütün gece beni uyutmadı. Akşam yine türküler, halay çekmeler, biraz da Esen hocadan III. Selim ile II. Mahmut, nizami cedid ile yeniçeri başkaldırıları, büyük dedem Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’nın Mora başkaldırısını bastırması, bayındırlık işleri, Osmanlı üzerine yürümesi gibi bir ötken toyu verdi.
“Yarın kalkış 06:00’da, 06:30’da eşyalar atlara yüklenecek, inişe geçiyoruz. Yaklaşık 1-2 saat sürecek. Erkenden yatın”
Yattık, bu akşam üşümedim, ancak sırtıma batan taşlar, eğimli alan, çadırın sıkışıklığı, oksijensizlik nedeniyle soluk alamama, karnımda erimeyen et parçaları beni çok sıktı. Kalktım, 02 gibi gibi ay ortalığı ap aydınlık yapmış. Çadırın yanına işedim.
“Şırrrr şırrrr şırrrr”
Herked derin uykuda duyan yoktur umarım.
Ay ışığında su aradım, içtim kanan kana. Baktım doruğa; üç, beş ışık parlıyor, belli ki tırmanışa geçmişler. Yeniden yattım, kalktım. Baktım, alaca karanlıkta, büyük çadırda Burhan çalışıyor.
“Burhan saat kaç”
“Dört hocam. Çay getireyim mi?”
“Yok, sağol”
Erkenden kalktık. Aramızda topladığımız üç beş kuruşu Burhan’a verdik emek verenlere dağıtsın diye. Çok duygulandı. Bizi aşağıdaki kartal yuvasına dek uğurladı, sarıldık, onları arkada bırakıp yola koyulduk. Özellikle iniş, çıkışta dizlikler çok önemli, onlara çok yük düşüyor. Dizlikleri taktım, Hacer içinde olmak üzere tüm yükü atlara verdim. Tüm yürüyüş öbeği ile aramda belki bir kilometre bırakarak, Eli köyü yakınındaki araçlara geldim, diz ağrısı yok, ancak kalça uyluklarına gelen baskı nedeniyle, bir ağrı var.
Ohhh bu gün Si-Mer kalıncakta sıcak bir oda ile bol oksijen, karşıda Ağrı övünçle bana bakıyor, sanki;
“Aferim sana” der gibi.
Dağa çıkma ya da inme yürüyüşü sırasında yapılacaklar şunlar; sakın unutmayın,
1. Üzerinize bir ince gömlek,
2. İsterseniz iki yürüme sopası,
3. Kesin dizlik takın,
4. Sakız. Ancak çiğneyip doğaya atmayın.
5. Arka cebinize bir şişe su,
6. Gerekli değilse sırt çantası sakın almayın, bir süre sonra 4 kat ağırlaşıyor,
7. Başlık,
8. Bol cepli darbulak(pantolon)
9. Taşlık yereyde giymek için etük(bot), içine yün çorap
10. Cebinize elma ya da erik, ya da kıyar(salatalık)
11. Tez çıkma, yavaş adımlar at, arada dinlen.
12. Doğaya hiç çöp atma.
Nuh’un Gemisinin Kalıntıları Gerçek mi?
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
Doğu Bayazıt’ten İran-Gürbulak sınırına doğru giderken yaklaşık 20. Km’de sağa dönüp 5-6 km dağa tırmanıldığından Nuh’un gemisi olduğu savlanan bir doğa biçimiyle karşılaşılıyor. Burada uzaydan, ayrıca yerden jeofizik çalımlar, yer altı radarı gibi çalışmalar yaparak incelemeler yapılmış.
Koyağın içindeki bu biçim, 3 tane kırığın oluşturduğu bir biçim. Uzay görüntüleri, ayrıca alana gelmeden önceki sol tepeden bakıldığında sanki bir gemi biçimli bazalt çıkıntıları görülüyor. Bu kesimde yaklaşık 15 milyon yıl önce püskürmüş bazalt örtüsü üzerine sonraki püskürmelerle yanardağ külleri örtmüş. Yağış aşındırmaları sonucu, koyaktaki üst örtü süpürülünce, alltaki bazalt örtüsü ortaya çıkmış.
Nuh’un olayı bundan 8500 yıl önce gelişen buzul dönemi bitişinden en az 1500 yıl sonra, açıkçası 6000 yıllarında oluşmuş olmalı.
Bazalt akıntısı, karaya oturan olası ağaç gemiden daha yaşlı olduğundan, gemi biçiminde bir yanardağ kayalaşması beklenemez.
Kaldı ki, Nuh her yaratıktan iki tane aldığına göre, Doğu Bayazıt’ta karaya oturan Nuh’un gemisinden çıkan kangurular, nasıl oldu da Avusturalya anakarasına ulaştı? Benzer biçimde, Palagakos adasındaki yaratıklar, Atlas ile Pasifik baykalını(okyanusunu) aşarak nasıl Doğu Bayazıt’tan oraya vardılar.
Kaldı ki, jeofizik ölçüler bu işi yalnızca renklendirmek, çekici kılmak için yapılmış. Jeofizik kesitler bir gemi varlığını göstermiyor.
Bence, uydurma da olsa bu doğa benzeşimini görmek için gezginler oraya gidip, düşlerini geliştirmeli.
Orada ilginç olan; Ağrı ile Küçük Ağrı, Üçüncü yanardağ ile katlı akınıtlarını ap açık görmek, yanardağ külleri tepelerinin alacalı renklerini izlemektir.
Doğu Bayazıt ile Bezirgan’a doğru uzanan düzlük de aslında, yanardağların eski püskürmelerinin akıttığı bazalt ile andezit dolgularından oluşuyor. Milyonlarca yıl süren.
Göktaşı(Meteor)Çukuru İle Sınır Karakolu
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
Anadolu’nun en doğusunda, İran-Gürbulak sınırında, Doğu Bayazıt’e 25 km uzaklıkta, sarp, dikmen dağ; Küçük Ağrı’dır. Küçük Ağrı dağının doğudaki boz renkli balkı(lav) tepelerini oluşturan yükseltiler İran’dır. İran sınırında Türklerin sıkça karakolları yer alıyor. Emekli Binbaşı İlhan bey gitti izin aldı geldi, karakola indik. Karakol’da mevziler İran’a karşı değil, Türk topraklarına karşı. Sanırım PKK için olmalı. Karakol yapısında bir gözetleme kulesi, bir tank, bir akrep yer alıyor. Ayrıca kulede iki tane makinalı tüfek, yaklaşık 30 yiğit er. Burada kaçakçılık çok önde bir iş. Karakola uğradığımızda iki asteğmen bizi karşıladı. Biri Ege’li, sarışın, gıda mühendisi, diğeri 1:90’lık Düzceli eski basketçi, sırım gibi delikanlılar. Her karakolun olduğu yer yeşillik. Gölgeye oturduk. Karakol’da çay ile su sundular.
“İyi yerdesiniz”
“Pek göründüğü gibi değil hocam. Üç hafta önce kuzey karakola 12 PKK’lı saldırdı, onları aldık(öldürdük). Kaldı ki bu saldırı üzerine bilgi sızmıştı”
“Şu karşı tepenin öte yanı Bazergan, İran’ın. Burada sınır çok değişken, düz değil. O nedenle güç oluyor. Ortada, bak şu kırmızılığın olduğu yer serbest bölge. Bazı günler açılır, alışveriş olur”
Sınır boyunca sürekli nöbet tutuluyor, ayrıca mevzilerde de erler sürekli gözlem yapıyorlar, yatıyorlarmış. Tümü de yürekli, ülkemin gonca çiçekleri. Her yerde Atatürkün sözleri.
“Şu karşıdaki kent İran’ın Bazergan kenti. Sigara ile akaryakıt kaçakçılığı oradan oluyor. Ancak, kaçakçıları vurmuyoruz. Tutuklayıp, kolluk güçlerine veriyoruz, yargılanıyorlar. Doğu Bayazıt’in ana geçim kaynağı kaçakçılık”
Sınırı koruyan iki gencin yüksek sesli antları dinleyince, bazılarımız duygulanarak ağlamaya başladı.
Uğurlaştık.
Göktaşı çukuru karakolun 300 metre güneyinde tam da sınırda. Düzlükte, bazalt düzünün içinde delinmiş yaklaşık 40 metre derinliğinde, çapıda yaklaşık 30 metre dolayında. Biçimi tam bir çember biçiminde. Göktaşının deldiği yerde kalınca parlak bazalt yüzeyleri görülüyor. Olasılıkla olay holosen dönemde, yaklaşık 100 bin yıldan önce oluşmuş. Bu gördüğüm ilk göktaşı çukuru, çok etkilendim.
Çapkın İshak Paşa’nın Sarayı ile geçmişin önemli kenti Doğu Bayazıt
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
İshak Paşa sarayını hep merak ederdim! Derlerdi ki ıpıssız yerde adam neden saray yaptırmış? Meğer görünce öyle olmadığını anladım. İshak Paşa, Osmanlının Bayazıt’a 1776 yılında atadığı bir sancak beyi. İshak Paşa 1776 ile 1798 yılları arasında Bayazıt’ta sancak beyi beyliği yapmış. İshak Paşa kentin doğusundaki, bir burun gibi, bir kartal yuvası gibi duran tepeyi ak ile kara, kızıl yontma yanardağ kültaşı ile çevirterek içerisindeki İshak Paşa Camisini, Saray, Yunak, Külliye medresesi ile diğer bölümleri yeryüzünün çeşitli yerlerinden getirttiği ünlü örekmenlere (mimarlara) yaptırmış.
İshak Paşa Sarayını Eski Bayazıt kentinin, kartal yuvası gibi, yüksekte düze bakan, eski yerleşimin tam da orta göbeğine yaptırmış. Eski kent Urartu’dan beri bir üyük. Sarayın sağı, solu uçurum, sarayın yalnızca giriş kapısından ana karaya bağlantısı var, tıpkı Van Kalesi gibi. Gerisi uçurumla sağlanan korunaklı bir tepe.
Günümüzde saray elden geçirilerek neredeyse yeniden yapılmış. Herkes İshak Paşa’yı utku kazanmış bir paşa, saygın bir kişi sanabilir. Oysa durum pek öyle değil. İshak Paşa, kurnaz, işini bilir, oldukça çapkın birisi. Bayazıt’ın Osmanlı adına yöneticisi.
İşi o denli azıtmış ki, her genç kız evlenmeden önce onunla yatıyor, onunla gerdeğe giriyor. İshak paşa bakıyormuş, “Kız evlenmeye hazır mı? Değil mi? Diye. Pes vallaha. Tıpkı eski İskoç kıralının yaptığı gibi.
Bunu bilen, gören var, ancak korkudan ağzını büzüyor. Sonunda oranın ulu kişisi Êhmed-i Gani dayanamıyor İshak Paşa’yı incelikle uyarıyor. Günlerden birgün tokuz tane yumurtayı kaynatıyor. Sonra hepsini ayrı ayrı renklerde boyayıp İshak Paşaya getiriyor.
“Paşam şu kırmızı yumurtayı ye bakayım!”
İshak Paşa yumurtanın kabuğunu soyup yiyiyor.
“Haydi şimdi de şu yeşil yumurtayı ye hele”
Onu da soyup yiyiyor. İshak Paşa birkaç tane daha soyup yedikten sonra, Gani soruyor.
“Nasıl soyup yediğin yumurtaların tadı ayrı mı?”
“Yok. Ayni”
“İshak Paşa kadınlar da böyledir işte. Soyup yediğin kadınların tadı da birdir. O nedenle türlü türlü kadınları tatmanın anlamı yok”
Bu öykü böylece anlatılır.
Bundan sonra İshak Paşa ne yapmıştır bilmem. Ancak bugün bile herkes biraz İshak Paşa’dır, bir yumurtadan diğer yumurtaya koşan.
Bizi İshak Paşa Sarayını gezdirmek için tutulan kılavuz, tam bir alemdi. Keşke biraz betik, belge okumuş olsaydı. Konuşmaya,
“Annemden duyduğuma göre….”
Diye başlayınca, ben ayrıldım sarayı kendi başıma, her yerde konulan bilgileri okuyarak gezdim. Sarayın, camisi, konukevi, saklaçları, harem odaları, yunakları, aşevleri, ayakyolları, avluları olağan ütü güzel. Giriş kapıları, duvarları çiçek bezemeleriyle kaplı. Kesinkes görülmeli.
Gün batımınının en güzel izlendiği yer burası olmalı.
Êhmed-i Gani Bayazıt’ın bilinen en ünlü ulu kişisidir. Onu çok severler, ötesi, onun yakışıklı bir betimlemesi orada burada asılıdır. Saraydan biraz ilerdeki türbe de yatırı yer alır.
Doğu Bayazıt doğal güzellikler ile geçmişi yapılar yönünden varsıldır.. Ağrı Dağı, Göktaşı (Meteor) çukuru, Buz üngürü(mağarası), Nuh’un gemisi ile eski Bayazıt Kalesi, İshak Paşa Sarayı, Eski Bayazıt Cami, Giriktepe üzerinde bulunan Urartu Kralları’ndan İspuni ile oğlu Menua’nın DÖ 815-906 yılları arasında yapılmış tapınak ile saray kalıntıları görülmesi gereken eşsiz yerlerdir. Eski Bayazıt’taki Êhmed-i Xani Seslitaş köyündeki Halife Yusuf, din uluları olup türbelerine sıkça uğranılmaktadır.
Bayazıt Üyüğü. Doğu Bayazıt iki bölümden oluşmuş 100 bin çoğunlu bir ilçe. Eski Bayazıt, Doğu’daki dağın yamaçlarında, sanki parmakları ile avuç içi görünür gibi, yan yana beş tane aynadan oluşan ana yer kırığının hemencecik yanında kurulmuş, kartal yuvası gibi bir kent. O tepelerde nasıl kale ile evler yapmışlar, şaşırtıcı!. Bilmem sarıca arının duvarlarda, kayalarda yaptığı evcikleri hiç gördünüz mü? Ya da evin tam köşesinde düşecek gibi bir kırlangıç yuvasını? Ya da Trabzon Maçka’daki sarp kaya yüzeyinde kurulan, Simena Meryemana manastırını? Tıpkı onlar gibi. Urartulularca Sarp dağın, sarp yamaçlarına duvarlar, surlar, kale burçları, evler sanki çiviyle tutturulmuş, yapıştırılmış gibi. Suyu nerden sağlamışlar bilmiyorum. Selçuk ya da Osmanlı dönemindeki evler, ta aşağıdaki düze dek iniyor. Şimdi eski dönemden kalan evlerin yıkıntıları var. Onlar yerine ise köylülerin yaptığı eğrek biçimli, kötü yığma taşlı evler almış. Öbek öbek yeşillik. Dışarıda otlanan andıklar, koyunlar, keçiler ağıllarına geri dönüyorlar.
1878’deki 93 harbiyle Ruslar’ın buraya gelmesiyle Yeni Bayazıt İlçe ortayı düzlükte kurulmuş. Kuzeyde dim dik dinelen yüce Ağrı Dağı, önünde İran’a giden yol boyunca uzanan düpdümdüz, ekilmeyen, verimli yazı(ova). Doğuda tümsek yapan yer(büğdez), tam da Doğu Bayazıt altında yerlatında çukur yapıyor(çukuz). Böyle bir yeraltı çukurunda, Ağrı dağlarının beslediği oldukça bol su çanağı olmalı.Ancak çıkarıp sulu tarıma geçen yok.
Cumhuriyet ile birlikte, İsmet İnönü 1935’de buraya gelerek kentte yeni düzenlemeleri başlatmış.
Yeni Doğu Bayazıt. Doğu Bayazıt’ın doğusunda İran, güneyinde İran ile Van, Muradiye ile Çaldıran, batısında Diyadin ile Taşlıçay, kuzeyinde Tuzluca, Iğdır ile Aralık vardır. İlçe topraklarının tümü düzden, ayrıca yanardağ akıntılarında, kültaşlarından oluşmuştur. Düzün altında bile kalın yanardağ akınıtısı bulunur. Burası 45 km ile Türkiye’de yer kabuğunun en kalın olduğu yerdir.
Türkiye’nin en yüksek dağları; Doğu Bayazıt(Ağrı’da)dır. Büyük Ağrı Dağı (5,165 m) Küçük Ağrı Dağı (3,896 m) Kale tepe (3,196 m), Arı dağı (2,934 m) Tendürek Dağı (3,533 m) ile Göller tepe (2,643 m). Bu dağların yüksek kesimleri ile etekleri geniş yayla alanları olup, andıkçılık, süt ürünleri üretilen yerlerdir. Andılar, otlamak için 4000 metreye dek çıkarlar. Dağlar çıplak olup bir tane bile ağaç bulamazsınız. Geçmişte, bu bölge asla çıplak olamaz. Böyle bir büyük yerleşim olduğuna göre toprak çok verimlidir. Dağlar ormanlık, düzler tarım alanı olmalı.
DoğuBayazıt düzü ile düzün birer uzantısı olan Sarısu koyağı, Masun ile Sürbahan çıkıntıları ilçenin düzlükleridir. Bunların çevresi de yüksek dağlarla çevrilidir. Buralarda tarım çok sınırlı yapılır. Oysa yerin altı sanki bir su kazanıdır. Doğu Bayazıt tam bir su toplama çanağı olmasına karşın, suyüzeye çıkarılıp sulu tarım yapılmıyor. Onlar devletin ta Murat Çayına kanal yaparak buray su getirmesini kahvelerde bekliyorlar. Bazı yerlerde öbek öbek sebze ile meyve yetiştirilen yerler var. Bazı yerlerde, andıkları beslemek için iki kez biçilen çayırların otları kışa saklanıyor. Kışın yakılacak ağaç, odun yok. Yazdan öbek öbek yığılan tezekleri kullanıyorlar, dam gibi evlerde.
Geçmişi. DoğuBayazıt’ın İran sınırında Türkiye – İran geçiş yolu üzerinde yeralması yerleşime tecimsel önem kazandırdığından oldukça çok sayıda saldırı, el değiştirme altında bir savaş, bir talan, biz gözde kent alanı olmuş.
Eski Doğu Bayazıt’ta ki kalede Urartu gömeçlerinın bulunmuş olması ilk yerleşimi Urartu’ya dek götürüyor. DoğuBayazıt’ın ilk kurulduğu yer, Yukarı Bayazıt’taki eski kaledir. Bayazıt kalesi her dönemden izler taşıyor. Şimdi kalıntıları var. Yeni Bayazıt kurulurken, eski yerleşimdeki yapıların taşları sökülerek kullanılmış.
Urartular Van’dan Alagöz dağlarına, oradan Gökçe Göl’e dek uzandığından Doğu Bayazıt, uzun süre Urartu egemenliğinde kalmış.
DS. 625 yılında Aras kıyılarına Karadeniz kuzeyinden gelen Hazar Türkleri kenti almışlar.
DÖ 250 yılında bölge Pers Krallığı ile Romalılar arasında kent birkaç kez el değiştirmiş. DÖ 150 ile DS 430 arası, Küçük Arsaklılar çağında Bayazıt Düzüne Gokovit sancağı adı veriliyormuş. Burası Digor ile Iğdır kalesindeki çift başkenti de içine almaktaymış. Sonradan belirli aralıklarla Romalılar, İranlılar, Araplar, Gürcü Bagratlar ile Doğu Romalıların yönetimine girmiş. Alparslan’ın 1064’deki Anadolu’ya sürdürdüğü ilk batı akını; Kars bölgesi, Ağrı çevresi ile birlikte, DoğuBayazıt’a olmuş. Bu bölgeler Doğu Romalılar’dan alınarak Selçuklular’a bağlı Anışedatları beyliğine 1064 iile 1200 yılları arasında verilmiş. 1207 ile 1255 arasında bölge, Sökmenlerin eline geçmiş. 1231 yılında kent, Doğu Anadolu ile birlikte Timur saldırısına uğramış. Bölge 1239 yılında Cengizlerin denetimine geçmiş. Kent, 1358 yılında İlhanlılar’ın kalıtçısı olan Celayirliler’e geçmiş.
Moğollar ile onların birer kolu olan İlhanlılar ile Celayırlılar uzun süre buraları otlak ile yaylak olarak kullanmışlar, ordularını beslemişler. Moğolar’dan Orgun Han Aladağ’da bir saray yaptırmış. Daryunk kalesi, yani Bayazıt eski kalesi yıkılmış olduğundan, yukarı Aras bölgesine egemen olarak, Ani İlbeyi olan Celayirli Şehzade Bayazıt Han 1374’de Ahlat ile Van bölgesinden gelerek Aras boyuna saldıran Karakoyunlu beyi Bayram Hoca (1366-1380) ordusuna karşı şimdiki Bayazıt Kalesi yerine bir kale yaptırdığından, buraya Bayazıt Kalesi, kente de “Bayazıt” denmiş.
Bayazıt sonradan Esinoğulları’na, 1368 ile 1382’de Karakoyunlu, 1386 Timur yönetimine, 1406’da yeniden Karakoyunlular’ın eline geçmiş, 1469-1502 arasında Akkoyunlular’a bağlanmış. Şaruz savaşından Akkoyunlular’ı yenen İran’lı Türk devleti Safeviler, bölgedeki etkinliklerini genişletip, 1502 ile 1576 arası bu kenti 76 yıl yönetmişler.
Yavuz Sultan Selim Çaldıran’a, Kanuni Sultan Süleyman Tebriz’e, IV. Murat İran’a giderken Bayazıt’tan geçmişler. Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Ordusu Çaldıran’a girerken 20 Ağustos 1514’de Bayazıt Ovası’nın kuzeyindeki Sarısu boyunda Danasazı (Şahlı Gölü) yanında konaklamış. Çaldıran savaşından sonra yeniden Osmanlı yönetimine geçen Bayazıt, sonradan İran baskısına uğramış. 20 Haziran 1543’de Osmanlı ordusu Doğu’ya çıktığında Bingöl’de konaklayan Baş Vezir İbrahim Paşa’ya kale açkısınıı getiren Sünniliğe bağlı yerliler arasında Bayazıtlılar da varmış. Kanuni Sultan Süleyman döneminde; Eleşkirt ile birlikte Bayazıt, 1578’de Van Beylerbeyliği Sancak Beylerince alınarak, bir sancak olarak Van’a bağlanmış. Bayazıt, Van beylerbeyliğine bağlı 14 sancak ortayından biriymiş. 1744 yılından sonra Silvan (Farkin) bölgesinden Kara-Behlül Bey’in başçılık ettiği Bısyan, Sıpkan, Zilan boy ile oymakları buralara yerleşmişler.
Silvanlı Kara Behlül ile soyundan gelenler Bayazıt’ta “Ocaklık” yolu ile sancak beyi olmuşlar. 1744’de Avşarlı Nadir Şah’ın saldırısında dağılmışlar. Bu dağılmadan sonra sancak beyleri İstanbul’dan atanmaya başlanmış. Bunların en ünlüsü İshak Paşa imiş. Sarayı yaptıran, bu bölgeyi sömüren de o.
1805’de Napoleon Bonaparte’ca elçi olarak İran’a gönderilen Amedee Jaurbert sarayda aylarca tutuklu kalmış. Bayazıt sınırda, ayrıca Asya’yı Anadolu’ya, buraları da Avrupa’ya bağlayan geçit üzerinde olduğundan birçok boyun akımına uğramış. 15. – 18. yüzyıllarda İranlılar, 1828, 1854, 1856, 1877 – 1878 ile 1818 – 1814’de Rusların egemenliğine girerek sürekli el değiştirmiş.
Daha önce olduğu gibi 1821 ile 1822 yıllarında son İran Kaçarlı akınları Bayazıt’ta çok can ile edinç yitimine yol açmış. Ruslar ilk olarak 1856 Paris Anlaşması’na göre Bayazıt’e geri dönmüşler. 1877-1878 Osmanlı – Rus savaşında 25 Ekim 1877’de Alacadağ bozgunu üzerine Osmanlı ordusu Erzurum’u korumak üzere geri çekilince, aynı ayın sonunda Ruslar Bayazıt’ı ele geçirmişler. Saraydaki altın kakmaları, kubbe üzerindeki altın örtüyü söküp götürmüşler. 30 Mart 1878 İstanbul-Yeşilköy anlaşması ile Bayazıt Rusya’ya bırakılmışsa da 13 Temmuz 1878 Berlin Antlaşması ile Osmanlı’ya geri verilmiş. 93 Harbi 1877 – 1878 sonunda Ruslar çekilirken, Van’dan gelen Ermenilerle ile diğer yerlileri de alıp Gökçegöl’ün batısında yeni kurulan kente Navo Bayazıt (Yeni Bayazıt) adını vererek oraya yerleştirilmişler.
Ermeniler geri çekilince Van’dan gelen Alay Komutanı Miralay Hüseyin Hüsni Efendi, Bayazıt’ı geri almış. Cumhuriyet’ten sonra Kamil Bey ilk İlbey olarak atanmış. Iğdır ile Tuzluca Bayazıt’a bağlanmış.
Ancak, 1927 yılında Bakanlar Kurulunca il ortayı Karaköse’ye (Yeni adı Ağrı) alınınca ilbey Ziya Tekeli Karaköse’ye, Karaköse Kaymakamı Yusuf Ziya Bey’de Bayazıt’a atanmış. 1934 yılında Iğdır ile Tuzluca buradan alınarak Kars’a bağlanmış. Aynı yıl ilçenin adı Doğu Bayazıt olarak değiştirilmiş. Bayazıt adı kalkmış.
Yüzey Görüntüsü. Yer yer kaya ile yanardağ kültaşları tepelerinin kucakladığı düzlüğün bir bölümü çoraktır, yamaçlarda ile düzde aşınma çoktur. Ağrı dağı eteklerinde çalılık varsa da, ilçede ağaçlık alan ile orman yok. Kent ortayı ile köyler ağaç yönünden oldukça yoksuldur. Ağrı dağının eteğindeki geniş bataklıklarda bol kamış yetişir.
DoğuBayazıt Iğdır gibi, Doğu Anadolu’nun iklim adacığıdır. Yazları sıcak ile kurak, kışları ılık ile az kar yağışlıdır. Yağmur dönemi ilkyaz ile güzündür. Toprak yapısı ile akarsu çukuru bitkileşmeye, ağaçlandırmaya oldukça uygundur.
Düzlüğün sınırlı yerlerinde, buğday, arpa, yem bitkileri ile şeker pancarı yetiştirilmektedir. MTA’.ca ilçede ponza tözü(madeni) bulunmuştur.
Büyük Ağrı dağına 15 km yakında, Türkiye- İran geçiş yolu üzerinde kurulan kent, çoğun yönünden Ağrı’nın gelişmiş birinci ilçesidir. Bunun başlıca nedenleri; sınırda oluşu, Gürbulak gümrük kapısına yakınlığı sonucu iş ile ticaretin gelişmesi, iklimin ılıman oluşu, ayrıca aşırı çoğun artışıdır.
Diyadin Kaplıcası
İshak Paşa Sarayı dönüşü, izlencede Ağrı yolunda, Doğu Bayazıt’ten 65 km uzaklıkta Diyadin kaplıcasına gitmek vardı. Nesligül hanımın sırar etmesine karşın, Ağrı Dağından indiğimiz ilk gün olması, ayrıca kalçada uyluk kemiğimin ağrıması nedeniyle gitmedim. Benim gibi, İlhan bey, Pervin ile Hanife hanım da gitmediler. Onun yerine biz Doğu Bayazıt çarşısına gittik.
Doğu Bayazıt 100 bin kişilik, diğer Anadolu kentlerine benzeyen, betonarmeye tutuklanmış bir erkek kenti. Yollarda kadın yok gibi. Kahveler içerisinde bile çilim(sigara) içen gençlerle dolu. İş güç yok. Aylak dolaşan gençler ile küçük işlikler. Çay içip, TV’den tepik karşılaşmaları(furbol maçları) izliyorlar. Bu boş, ayrıca eğitimsiz gençleri ayartıp dağa kaldırmanın PKK için çok güç olmadığı kanısındayım. Biraz değişiklik yaşayalım diye bile gidebilirler.
Yolda ardı ardına iki panzer geçti, oralı olan olmadı. Ortada bir gerginlik de yok.
Eminyein olduğu yerde bir tatlıcı var. İlmek biçiminde, kızarmış tatlı yapıyor. Antep fıstıklı olan 1 TL, sadesi yalnızca 0,5 TL. Nasıl bu denli ucuz olur şaşarım.
Dordurma alayım dedim. Üç top koydu.
“Hangi sütten yapıyorsunuz?”
“Keçi ile inek karışık. Sırf keçi olursa kokar abi”
“Kaça üç top?”
“1,5 TL”
“Ya 1,5 TL’ye dondurma olur mu?”
“Ne yapalım abi maliyeti yüksek”
Şaşırdım. Oysa ben ona ucuz demek istemiştim. Hemen karşısındaki kahvede Lig TV’den dördümüz tepik izledik. Bir kahve, bir adaçayı, 6 tane çay içtik; yalnızca beş lira.
Şaşırdık.
Burada, ayda 500 TL ile geçinilirmiş. Doğu Bayazıt’ta geçim sıkıntısı yokmuş. Çalışan da yok. Yaşam kaçağa dayanıyor. Kentte çoğu Türkçe konuşuyor.
Mehmet Çeven bizi aldı, 2 tane kavun. İlhan beyler kaplıcadan gelenleri beklerken aslan sütüyle demlenmişler. Kaplıcadan 24 sularında gelmişler. Kaplıca oldukça bakımsız, ayrıca sıcakmış. Çoğu mutlu değildi.
Erten 04’e dek salmada(balkonda) oturarak güzel söyleşiler sürdürmüşler. Biz temiz yatakta mışıl mışıl uyurken.
Yarın Iğdır’a yol alacağız.
Iğdır; Oğuz Yurdu-Şehitler Anıtı
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
Iğdır’a girerken sizi ilk karşılayan 5 ile 6 tane süngüden oluşan Ermenilerin kıydığı Şehitler Anıtıdır. Girince, Ermenilerin canına kıydığı 39 tane diplomatın resimleri yürekleri dağlıyor. Ayrıca verilen görsel ile yazımsal bilgiler oldukça yararlı. Yazılarda, PKK- Asala(Ermeni kıyım örgütü) ilişkisi açıkça belirtiliyor. Kentin içi yeşillik, meyve ağaçlarıyla dolu. 30 Ağustos’da geldiğimizden her yer kıpkırmızı Türk bayrağıyla doluydu. Iğdır, bir Oğuz yurdu olmasına karşın alınan göçlerle Kürt Ocağı (BDP) yerel seçimleri kazanmış.
Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi’nde ile Türkiye’nin en doğusunda yer alan il. Akdeniz kalığının(ikliminin) baskın olduğu ilde turunç giller bile yetişiyor. Sanki keltavuk kafası ile burnu gibi Nahcivan’a doğru bakar. 27 Mayıs 1992’de Kars ilinden ayrılarak Türkiye’nin 76. ili olmuş. Azerbaycan (Nahcıvan), İran ile Ermenistan sınır komşusu. Halkın geçim kaynağı tarım ile andıkcılık(hayvancılık).
Aras ırmağı Iğdır’ın kuzey ile kuzeydoğu sınırı Türkiye-Ermenistan sınırı oluşturuyor. Doğusunda Türkiye-Azerbaycan’ın Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti sınırı ile güneydoğusunda Türkiye-İran sınırı yer alıyor. Güneyinde Ağrı ili Doğu Bayazıt ile Taşlıçay ilçeleri bulunuyor. Bu sınır kabaca doğu-batı doğrultusunda uzanan, Doğu Torosların doğudaki uzantısı olan Karasu-Aras sıradağlarından oluşuyor. Bu dağlar doğuya doğru uzanırken aynı zamanda Yukarı Murat-Van Bölümü ile Erzurum-Kars Bölümü arasında sınır oluşturuyor. Iğdır’ın batısında Aras Irmağı’na katılan Gaziler Deresi’nin batı bölümü, Kars ili, Kağızman ilçesi ile olan sınırını oluştururken kuzeybatısında da yine Kars ilinin Digor ilçesi bulunmakta. Digor, çukurluk içinde küçükce, ancak sevimli bir ilçe. Digor’a dek yol iyi, ancak Digor-Ani arası kestirme yol toprak.
Tuzluca çevresinde Bazalt ile kahverengi topraklar geniş yayılış gösteriyor. 1982 yılında yapmış olduğumuz çalışmalara göre bu bölgede bazalt katmanı kalınlığı 3 ile 4 km’ye varır. Iğdır Ovası’nda çökel topraklar, ancak Doğu Iğdır Düzü ile Dil Düzünde tuzlu topraklar baskın.
Iğdır’ın iklimi sanki Akdeniz bölgesi gibi. O nedenle bol yeşillik, özellikle kayısısı çok ünlü. Kuytuluğu yüzünden ülkemizin en az yağış alan yörelerimizden biri. Özellikle yarı kurak iklime edinmiş olması bitki örtüsü Doğu Anadolu’nun simgesel bitkisel örtüsü olan bozkırdır. Ne yazık ki, uygun olmasına karşın, orman bakımından ülkemizin en yoksul bölgelerinden biridir.
Orman örtüsü bakımından yoksul olmasının nedeni, topraklarının aşınmayla taşınmış olmasıdır. Kireç oranı yüksek olan bu topraklarda alkalilik oranı aşırıdır. Bu yüzden düzde genellikle tuzcul bitkiler görülür.
Kâzım Karabekir, 18 Mayıs 1920’de Iğdır’a ayak bastığında kentte 400 dolayında ev varmış. Bugün ki çoğunu 75 bin dolayında.
Yapılaşması, diğer Anadolu kentleri gibi, bakımsız, ayrıca düz, kimliksiz betonarme. Kentten bakılınca yüce Ağrı Dağı Iğdır’dan görülüyor. Kısacası, Ağrı’nın güneyi Doğu Bayazıt, kuzeyi Iğdır.
Tuzluca Tuz Dağı İle Üngürü(mağarası), İşletme Oyuntuları
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
Tuz; genel olarak kaya tuzu ile deniz tuzu olarak ayrılır. Bunlardan sağlıklı olan kaya tuzudur. Deniz tuzuna ıslak olmasın diye aliminyum konulduğundan bunamaya neden olur. Roma döneminde erlere sorulurmuş, aylığını tuz olarak mı? Yoksa para olarak mı almak istersin diye. Tuz o denli değerliymiş. O dönemde ülkeler arasında tuz savaşları bile yapılırmış.
Tuzluca tuz tepesi görülmesi gereken bir doğa harikası. Tuz işletmesi kapalı işletme olarak Kars yoluna giderken sağda, dağ içine açılmış kocaman oyuklarla apaçık belli oluyor. Bu kaya tuzu dağı günümüzde işletilerek ayrı tane boyutlarında kırılarak, öğütülerek kullanıma sunuluyor. Oyuntuların, üngürlerin(mağaraların) içine otobüsle girdik. Her yöne doğru olan oyuntuların 500 m2’yi bulan kavşak yerleri bulunuyor. Tuz, saydam, ak ya da açık kırçıl biçimde, kırılcalı katmanlar biçiminde yataya yakın olarak görülüyor. İşletme oyuntularının enleri 40, yükseklikleri 20-25 metre, boyları ise 500 ile 1500 metre uzunluğunda. İşletmeyi dinamit patlatarak, ayrıca kürüyücü, kırıcı işgeçlerle yapıyorlar. Ayrıca birkaç yerde kırıcı, öğütçülerce ince tanelenen tuz torbalanıp satışa sunuluyor.
Bu tuz dağı jeofizik ölçülerle; gravite ile elektrik ölçülerle boyutlarıile kütleleri bulunmuş, toplam birikim bellidir.
Tuz dağları tortul kökenli olup, tuzun 4ile 6 km derinde yoğunlaşmasıyla oluşur. Yerin ortalama yoğunluğu 2,54 gr/cm3, tuzun ise 1 gr/cm3 olduğundan tuz derinlerden üzeye çıkmak üzere yükselmeye başlar. Yükselirken derinlerde oluşmuş yeryağı(hidrocarbon), kayayağı(petrol ile kayauçunu da(doğalgaz) dağın kanatlarında asılarak yüzeye yakın yerlere dek taşır. Jeofizik araştırmalardan sonra dağın kanatlarına vurulan delgilerle kayayağı çıkarılır.
Bence gelecekte Iğdır bir varlıklı kayayağı alanı olacaktır.
Bende YUDOSK gezisinin en parlak uğraklarından biride Tuzluca Tuş Dağı ile işletmesiydi. Türkiye’de her kişinin görmesi gerken bir yer. Yaşadıkça kaçırmayın.
Ermenistan Sınırı. Kars-Digor ilçesinin Halıkışla köyü bizim Aras ırmağı kıyısındaki durağımız. Yemek için Halıkışla köyünde Acar Tesislerinde durduk. Ermenistan ile aradan Aras geçiyor. Aras Deresi kıyısındaki köy bizim, 50 metre ötesi ise Ermenistan başlıyor. Karşı tepedeki, Ermenistan gözlem yerleri yemek yerken bile bizi görebiliyorlar. Gözlem yerlerinin renkleri mavi, bordo, turuncu Ermeni bayrağı renginde. Ermenistan yakası kırsal, Türk yakaşı bol yeşillik, elma ile kayısı bahçleriyle dolu.
Ani; Eski Ermenistan Başkenti, Selçukluların Anadolu’ya Adım Attıkları İlk Kent
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
“Ermeni” demek “Dağlı” demektir. Ani kenti de Ermenilerin başkenti idi. Selçukluların Anadolu’ya giriş kapısı Ani olmuştur. Bir deprem sonrası Ani surlarının yılmasıyla Türkmenlerin kenti ele geçirmeleri kolaylaşmıştır.
Ani kenti, Arpaçay’ın açmış olduğu yarıntıların (kanyon) çepeçevre adalaştırdığı bir yaykında(plato) kurulmuş. Yalnızca bir yakasında yarıntı olmayan çok korunaklı bir yerleşimdir. İşte yarıntısız yakasına yüksek kent surlarını yaparak kenti koruma altına almışlar. Kente giriş de yalnızca bu yönden. O nedenle olağan üstü güvenli bir yerleşim alanı. Yarıntıların derinliği yaklaşık 50-70 metreyi bulduğundan yarıntılardan gelebilecek bir saldırı yoktur. Ancak, kentin doğusunda, Ani ile Ermenistan topraklarını Arpaçay üzerinde bağlayan bir köprünün kalıntıları vardır. Olasılıkla bu köprünün bağlantı kemeri yakın geçmişte güvenlik nedeniyle yıkılmıştır.
Ayrıca, kentin batısındaki küçük dere yarıntısının batı yamacında, yanardağ kültaşları içine ilk çağlarda(cilalı taş) oyulmuş, oyuntu evlerin sayısı oldukça çoktur. Buna benzer oyuntu evler, kentin yaykından girişinde Arapaçay’ın Türkiye kıyılarında da görülmektedir.
Ani’ye 2001 yılında Neşe ile gelmiştik. Sanki o dönemde kent de daha çok yapı ayakta idi. Kentteki yapılardan, surlardan çok oranda taş alınıp başka yerlere taşındığından kente çok dokunca verilmiş. 1987’de bu bölgeden sorumlu binbaşı olarak görevli olan İlhan Tellioğlu’nun kanısı da öyle.
Kentin doğusundan akan Arpaçay’ın ötesi Ermenistan. Arpaçay deli akan bir su. Onun bazalt örtüsünün açarak oluşturduğu yarıntı onlarca kilometre gidiyor. Öte yakada Ermenistan gözlem kuleleri ile işletilmekte olan kızltaşlı bir taş ocağı var. Ani’de kullanılan kesme taşlar; bazalt, yanardağ çakıltaş(aglomera), yanardağ kültaşları olup renkleri kahverengi, kara, sarımtırak bal renkli olarak değişiyor. Yapıların çatılarında düz kesme taşlar kullanılmış. Kiliseler oldukça kişilerce dokuncaya uğratılmış, resimler kazınmış ya da üzerine badana sürülmüş.
1071’de selçukluların bir uzundıraz(minare) ekledikleri Ulu Cami, bir camiden çok bir eski kiliseye benziyor. Burada arkeolojik çalışmalar olmasına karşın daha alınacak çok yol var. 1878-1918 Rus egemenliği döneminde Çarlık Rusyası’nın yönetiminde kalan Ani’de ünlü Doğu Bilimci Nikolai Marr yönetiminde arkeolojik çalışmalar yapılmış, ayrıca bir müze de kurulmuş. Daha sonraki Türk egemenliği yıllarında güvenlik olarak yasak bölge kapsamında kalan ören yeri uzun süre bakımsızlığa terkedilmiş.
İki yanı Arpaçay Yarıntısı ile çevrili olan kentin yaykın yakasındaki üçüncü yüzü 10. yüzyılda yapılan güçlü surlarla korunmuştur. Aslanlı Kapı kentin ana girişini oluşturur. Kent suru, 8 tane kilise ile bir cami, Ani’de bugün de ayakta duran önemli yapıtlardır.
Meryemana Kilisesi: Katedral adı verilen Meryemana Kilisesi, 989 yılında, İstanbul’daki Ayasofya’nın kubbesini ikinci kez onaran örekmen(mimar) Trtad’ca yapılmış. Düşey çizgileri güçlüi bir biçimde vurgulayan yapı, etkileyici bir yükseklik duygusu verir.
Ermenistan sınırında Arpaçay yamacında bulunan Dikran Honentz Kilisesi 1215 yılında onarılmış, Ermeni kilise geleneğini gösteren varsıl fresklerle bezenmiştir. Fresklerde Ermenilere Hıristiyan dinini getiren Aziz Grigor/Krikor Lusavoriç’in yaşamından parçalar görülür.
1020 yılında yapılmış Abugamir Pahlavuni Kilisesi, İslam öreğinden esinlenen, ayrıca sonraki dönemde Selçuklu öreğinde sık sık kullanılan çokgen(altıgen ya da sekizgen) özellikler sergiliyor. Ancak içindeki fresler boyanarak kapatılmış.
1035 geçmişli Halaskâr (Amenaprgiç) Kilisesi çokken kesitli bir kümbet yapısındadır.
Menuçihr Camisi, Türklerin alışından sonra Türkiye topraklarında dikilen en eski camidir. Olasılıkla daha eski bir yapıdan dönüştürülmüş, 14. yüzyılda ikinci kez değişikliğe uğramıştır.
Arkeolojik alanın dışında kalan bir müstahkem tepe üzerinde, Zakare Mkhrgrdzeli’nin Kızlar Kilisesi adıyla bilinen kiliseside vardır.
Ayrıca, güney tepesinde küçük bir kalesi, yine Ermenistan sınırında Arpaçay kıyısındaki bir yarımada üzerinde bulunan bir kilise yıkıntısı oldukça ilginçtir.
Ani’de yakın dönemde Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Beyhan Karamağaralı önderliğinde yapılan kazı ile onarım çalışmaları Aslanlı Kapı ile Menuçihr Camisi üzerinde yoğunlaşmış. Ayrıca, içtenlikle işini yapan Sayın Karamağaralı’nın çalışmaları uluslararası arkeolojik çevrelerde çeşitli eleştirilerle karşılaşmış.
Kentin Geçmişi. Ani’nin adı en erken 6. yüzyılda Gamsaragan soyundan Ermeni beylerine ilişkin bir korunmalı yer olarak geçer. Ermeni Gamsaragan evgili(evgil) ile Ermeni Bagrationi (Bagrat) evgili arasındaki uzun savaşım Bagrat’ların yengisiyle sonuçlanmış, 780 yılında Gamsaragan’lar edinimlerini Bagratlılara satarak Doğu Roma ülkesine göçmüşler.
Bagratlı I. Aşot 885 yılında Abbasi Halifesi ile Doğu Roma İlhanınca “Ermenistan Kralı/Şehinşah-ı Armen” olarak tanınmış. Aşot ile oğulları önce bugünkü Tuzluca ilçesinin 8 km kuzeyinde Halimcan köyü yakınında bulunan Bagaran kentinde, daha sonra Akyaka ilçesinde Koyucak bölgesinde bulunan Şirakavan’da ile Kars ortayında egemen olmuştur.
961 yılında 3. Aşot (953-977) başkentini Ani’ye taşıyarak burada büyük bir kentin kurulmasını başlatmış.
Kent en parlak dönemini 2. Smpat (977-989) ile oğlu Gagik (989-1020) döneminde yaşamış. Bu dönemde kent çoğununun 100 bini aştığı söylenir. 1045’te Doğu Romalılar Ani’yi ele geçirip Bagratlı devletine son vermiler. Savunmasız, gönençsiz kalan bölge, 1064’te Selçuklu sultanı Alparslan’a direnemeyip Türklere geçmiştir.
Ancak kentte Selçuklu yönetiminin kurulmuş olduğuna ilişkin bir belirti yok. Selçuklulardan sonra, kent ile çevresinin Kürt kökenli Şeddadî beyliğinin yönetimine girmiştir. Ani’deki en önemli İslam yapıtı olan Menuçihr Camisi, 1072 yılında Şeddadî emiri Menuçihr’ca yaptırılmıştır. Bu yapıt uzundırazı dışında camiye benzememektedir.
1190 yılı dolayında Zakare Mkhrgrdzeli adlı Gürcü beyi Ani’de üs kurarak Kars ile Ahıska bölgesini kapsayan bir egemenlik kurmuş. Bunun soyundan gelenler önce Tiflis’teki Gürcü krallarına, sonra Moğol İlhanlılar’a bağlı “atabey” ünvanıyla egemen olmuşlar. Ani’deki Hıristiyan yapıtlarının birçoğu bu dönemde yapılmış ya da onarılmış. Daha sonra kent Celayirli ile Karakoyunlu devletlerinin egemenliğine girmiş ise de çoğunu ağırlıkla Ermenilerden oluşmuş.
Ani 1319’daki depremde ağır yıkım görmüş, daha sonra Timur’ca ele geçirilerek bozdurulmuştur. Buna karşın 1535 Osmanlı-İran savaşında bütünüyle terkedilinceye dek, kentte birileri barınmıştır.
Ören yerini gezdikten sonra, bol kaynak suyuyla yüzümüzü yıkadık, yandaki çay baçesinde birer liraya çayları içtik. Arkadaşlar üzerlik tohumlarından yerlilerin yaptığı “uğur” askılarını 5 ile 10 TL’ye aldılar.
Kars’a doğru yola çıktık.
Kars(Vanand); Kafkas Türkiye’si
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
[email protected]
www.ahmetercan.net
Doğu Bayazıt, Iğdır-Tuzluca-Digor-Ermeni Sınırı-Ani üzerinde Ermenistan sınır ili olan Kars’a geldik. Kars, Osmanlının 16. Yüzyıl yapılarıyla dolu bayındırlaştığı bir il.
Rus Yapıları. Kentin öreğine en çok katkıda bulunanlar Selçuklular, Osmanlılar ile Ruslardır. Kars, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından 40 yıl boyunca Rus egemenliği altında kalınca, Ruslar yeni kent için bayındırlaşma çalışmalarını başlatmışlar. Kars’ta bulunan Kars Çayı’nın batısındaki yerleşim yerlerini terkederek bugünkü Yusufpaşa, Ortakapı ile Cumhuriyet uramlarına(Mahalle) yerleşmeye başlamışlar. 1890 yılında Hollandalı kent tasarımcılarını getirten Ruslar, birbirini dik kesen, geniş caddeler yapmışlar. Ancak yıllar içerisinde gelişme gösteren kentin büyümesiyle yapılan yeni caddelerde bu özelliğe özen gösterlmemiştir. Bu geniş caddelerin üzerine kırk yıl içerisinde Baltık örek(mimari) türünde düzgün kesme bazalt taşından tek-iki ile üç katlı yapılar yapılmıştır. Bugün güzel Rus evleridenilen yapılar bunlardır. Bunlar Kars’ı Kars yapan özelliklerin başında gelir. Ancak, 1970 sonrası Kars utanç vericidir.
Kars’ın bayındırlığı dendiğinde usa 1878 savaşından sonra Rusların yapmış olduğu kentsel tasarım, geniş kaldırımlar, geniş yollar, Rus evleri, Rus yönetim yapıları gelir. Kullanılan yapı taşları genelde karataş(bazalt) ile yanardağ kültaşlarındadır. Özellikle cami ya da kilise gibi yapılarda alacalı taşlar kullanılmış. Rus yapılarının giriş yüzlerinde dikmeler, kabartma taşlarla süslenmiş kapı ile göznekler görülüyor, hepsi birbirinden ayrı, hepsi bir başka güzel. Rus yapıları sıcak olsun diye odaları küçük olurmuş. Bu yapıların içinde peç adı verilen ısıtma düzenekleri varmış. Yapıların duvarlarının içinki borularla yapılar ısıtılmaktaymış. Bu yapıların 101’i onaylanarak koruma altına alınmış, büyük bir kısmı günümüzde bakıma alınmış, çoğuda kullanılıyor.
Uygarlıklar. Kars’ı etkileyen ekinler; İlk çağlar, Urartu, Ermeni, Karaz(s), Selçuklu, Osmanlı’dır. Bunlarla ilişkili yapıtlar Kars Müzesinde görülebiliyor. Kars müzesindeki giyim-kuşam bölümü eski uygarlıkların günümüzde sürdüğünü de göstermektedir. Müzede dinazor kalıntısı, cilalı taş döneminden kalma kesiciler, kaplar, buğday öğütme aygırları ilginçtir.
Kars kalesi Saltuklulardan kalma karataştan yapılmış, oldukça iyi korunmuştur. Kalenin çevresinde Ermeni kilisesi, Evliya camisi, Kars çayı üzerinde Osmanlı döneminde yapılmış iki ayaklı karataştan yapılmış çok güzel bir köprü. Kars çayı çevresi ile köprü ile eski Osmanlı, Ermeni, Selçuklu yapıları tez biçimde elden geçiriliyor. Kars’ın bugünkü toplumunu Terekemeler, Yerliler, Azeriler, Türkmenler ile Kürtler oluşturuyor. Kars’ta yaşayan Müslümanların bir bölümü Şii, bir kısmı Sünni’dir. Azerilerin büyük bir bölümü şehirde yaşayan Türkmenlerle birlikte kentin Şii (Caferi) toplumunu oluşturur. Çok az sayıdaki Rus Malakanlar ile Almanlar Hıristiyandır.
Yemekler. Kars’ın geleneksel yemekleri var. Kars mutfağı ağırlıklı olarak hamur işi yemekleriyle bilinir. Bunun dışında etli yemekler çokçadır. Başlıca yemekleri; kete (hamurlu), bozbaş yani piti (nohutlu-etli), hangel (kıymasız mantı), kelle paça, haşil, kaz yemekleri (tandırda kaz çekmesi ile pilavlı kaz eti gibi), hörre (un çorbası), ayran çorbası, nezik (hamurlu) sayılabilir.
Hanımeli aş evinde ki yemekler geleneksel. Ermeni asıllı bir kadın işletiyor. Diğer aş evi Kamer aşevi.Taze fasulyayı, zeytinyağı, safran ile ayrıca üzerine yumurta kırarak yapıyorlar. Ayran aşı ile erişte aşı diye iki tür çorbaları var. Erişte aşının içinde; yeşil mercimek, yeni kesilmiş erişte, alça(küçük ekşi erik), dalgan ile everik otu ile erişte var. Diğer yemek döşeme; kuzu eti, dağ kekiği, patlıcan, biber, domates, hiç yağ konulmuyor. Diğer yemek revan köfte, Acem pilavı; sütle pişen uzun pirinç buranın simgesel yemekleri. İlhan bey başkanlığındaki diğer arkadaş öbeğimiz 150 TL’ye bir kaçka(lastik tekerli at arabası) tutaran onunla Tren garını, Kilise ile diğer yerleri gezip, Kars’ta çok ünlü olan kaz eti yemişler; tabağı 30 TL.
Asıl Karslılar büyük kentlere göçünce, köylerden Kars’a yığılma olmuş. Günümüzde gerçek Karslıların oranı yüzde 20 dolayındaymış. Şaşırtıcı olan Karslıların Tükçeyi İstanbul ağzıyla konuşuyor olmaları.
Kars Ne Demek. Kars; Türkçe’de “alkış” demektir. Kars’ın kökeni olarak diğer yakıştırmalar ise şunlardır: “Karaz” uygarlığı “Kars’a” dönüşmüştür. Kâşgarlı Mahmud Kars sözcüğü, deve ya da koyun yününden yapılan giysi ile “karsak” derisinden güzel kürk yapılan bir andık, bozkır tilkisi, olarak söz eder. Bir kaynağa göre Kars adı, D.Ö. 130-127 yılları arasında Kafkas Dağlarının kuzeyinden gelen Bulgar Türkler’inin Velentur boyunun “Karsak” Oymağı’ndan gelmektedir. Bölgenin 9. Yüzyıldaki adı Vanand’dır. D.S. 928’den 961 yılına değğin Kars bölgenin başkentliğini yapmış. Kentin o dönemde adının Ermenice:”Ghars” ya da “Kars” olduğunu göstermekteymiş. Gürcü dilinde kapı kenti anlamına “Kariskalaki” kelimesinden aldığı da söylenmektedir.
Yüksekliği ortalama 1768 metreyi bulan Kars toprağının büyük bölümü yaylalardan oluşur. Akarsu yarıntılarıyla yer yer parçalanan yörede yaylalar dalgalı düzlüklerden oluşur. Kars ilinde yer alan önemli yükseltiler olan Allahuekber Dağları, Kısır Dağı, Akbaba Dağı, Aladağ ile Aşağıdağ’ın bir kısmı Kars ortayı sınırları içerisindedir. Kars Çayı, kentin güneybatısından geçer.
Kars ormanı çok çok az olan bir bozkırdır. Kars, 1250’ye yakın tohumlu bitki doğal olarak yetişir. Bu bitkilerden 100’ü yeryüzünde başka hiçbir yerde yetişmeyen ender bitkilerdir.
Kentin Geçmişi; Kars, geçmişte Ermeni Bagratlı Krallığı’na, sonra Güneybatı Kafkasya Cumhuriyetine başkentlik yapmış bir sınır kentidir.
Kars yöresinde Alt Paleolitik Dönemin etkin olduğu kazılarda ele geçen buluntulardan saptanmış. Müze de görüldüğü gibi, Tombultepe’de bu döneme ilişkin el baltaları, büyük yongalar bulunmuş. Kars’ın yaklaşık 18 kilometre uzağında Borluk Koyağında bir araç; Ağzıacık Suyu’nun batısında ise bazalttan yapılmış, çok aşınmış bir uç bulunmuş. Bu örnekler ise Orta Paleolitik Dönemden kalmış. Üst Paleolitik Dönemde yöre toplulukların avcılık ile toplayıcılık ile ilgilendiklerielirlenmiş. Ayrıca bu dönemde Camışlı Köyü’nde dağ keçileri ile geyiklerin bezendiği duvarlar ile kayalar bulunmuş, bunlar müzede sergilenmektedir.
Neolitik Dönemde yörede önemli yerleşmeler görülmemiş. Çıldır Gölü üzerinde bulunan Akçakale Adası’nda bu döneme ilişkin taş anıtlar ile duvar bezemeleri bulunmuş. Burada o dönem dikili taşları, kapaklı kaya(dolmen) ile kromlekleriyle karşılaşılmış. Avrupa ekinine özgü kapaklı kayalar Edirne ile doğuda ilk kez Kars’ta görülmüş.
Azat Köyü’nde, bakır madeninin kullanılmaya başlandığı Kalkolitik Dönemde, yapılan araç-gereçlere ilişkin buluntular elde edilmiş. Bunun dışında bakır ile kalay tözlerinin(maden) ilk kez karıştırıldığı Tunç Dönemine ilişkin çanak, çömlek ile değişik gereçler de bulunmuş. Kars Kalesi semtinde bu döneme ilişkin bir açkı taşı, el değirmeni taşları, bir çekiç, delinmiş üstü çizgili ile süslü andık, küçük bir taş andık, el yapımı çanak-çömlekler, yapı kalıntıları olduğu düşünülen iri taş yıkıntıları bulunmuş.
Urartu Dönemi. Kars yöresinde D.Ö. IX. ile VI.yüzyıllarında bölgede egemen olan Urartular büyük bir ilhanlıktı. Kars’taki krallığın adı Diauekhi imiş. O dönemde toplum, kırala vergi olarak altın, gümüş, tunç, at, sığır ile koyun verirlermiş.
D.Ö. 550’dea Urartular, Pers egemenliğine girmişler. Pers ilhanı I. Darius ülkeyi satraplık adı verilen 23 büyük, 127 küçük birime bölüp yönetmiş. Kars o dönemde Kral Darius’a her yıl 400 gümüş talent ile 20 bin at göndermekle yükümlüymüş. Perslerin ardından bu yöre sırasıyla Arakslar, Tigranlar ile Sasanilerin eline geçmiş.
İslam Egemenliği. Bugünkü Doğu Anadolu Bölgesi’ne Araplar Ömer döneminde ilk kez 638 yılında ancak Van Gölüne dek gelmişler. Kars 646’da Araplar’a kendiliğinden boyun eymiş, ancak Selçuklular’ın bu bölgeye geldiği 1064 yılına dek Hıristiyan kalmışlar. Alparslan’ın Malazgirt savölge aşıyla bTürkler’in eline geçmiş. Kars, Ermeni-Gürcü Bagrat Krallığına başkentlik yapmış.
Selçuklular Dönemi. Divin Savaşıyla Alpaslanın oğlu Berkyaruk bölgeyi yönetmiş, sonra kardeşi Muhammed Tapar yönetimi almış.. Bundan kısa bir süre sonra Saltuklular Ani kentine girmiş ancak Gürcülerle yaptıkları savaşı yitirince yöreyi onlara bırakmışlar. 1164’te, yöre yeniden Selçuklular’ın eline geçmiş. Ancak 1174’te Gürcü Kralı III. Georgi’nin saldırısıyla yöre yeniden el değiştirmiş. 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşıyla tüm bölge Moğolların egemenliği altına girmiş. Sonra da Altınordu Devleti, Karakoyunlular ile Akkoyunluların eline geçmiş.
1534 yılında Kanuni Sultan Süleyman burayı Osmanlı Devleti topraklarına katmış. Kars 19. yüzyıla dek birçok kez Ruslar ile İranlılar’ın saldırısına uğramış. Bu yüzyılda Ruslar ile Osmanlılar arasında sürekli el değiştirmiş. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rus ordusunun başkan İvan Paskeviç Kars’ı ele geçirmiş, ayrıca 11 bin Osmanlı erini de tutsak almış. Bundan kısa bir süre sonra Osmanlılarca alınan yöre 1877-1878 yıllarında 1918’e dek Ruslarda kalmış. 1918’de Bolşevik Devrimi ardından yapılan Brest-Litovsk Antlaşması ile Osmanlılar’a bırakılmış. Kısa bir süre sonra, önce Ermeni egemenliğine giren yöreyi daha sonra İngilizler ele geçirmiş. İngilizler Kars’ı Ermeniler’e ile Gürcüler’e bırakmış.
Karslılar kendilikleriyle Wilson İlkelerine uyarak 5 Kasım 1918’de Milli İslam Şurası adıyla demokratik bir yerli yönetim kurmuşlar.. Batum, Artvin, Ahıska, Ahılkelek, Nahcıvan ile Ordubad’daki halk Kars’taki bu yerli yönetime katılarak sancak ile ilçeleri kurmuşlar. Böylece, başkenti Kars olan 36.000 km²’lik bölgede yerli Türk yönetimi kurulmuş. Bu yönetim 18 Ocak 1919’da Güneybatı Kafkasya Cumhuriyeti adını almış.
Tür güçleri Kars’ı, Kurtuluş Savaşı’yla 30 Ekim 1920’de almış. 1921 yılında yapılan Moskova ile Kars Antlaşmaları’yla Kars bugünki sınırlarına kavuşmuş.
Cumhuriyet Dönemi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan CHP’nin kalesi 90’lı yıllara dek Kars’tı. 1992 yılında Kars’a bağlı olan Ardahan ile Iğdır ilçeleri il yapıldı. Kars’lılar büyük kentlere göç edince, köyden gelenler ile Kürtler kenti doldurdular. Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanan Dağlık Karabağ Savaşıyla Kars gümrük kapısı kapatıldı. Kars, Türkiye’de en çok yontu içeren kenttir. Yapımına 2006 yılında başlanan İnsanlık Anıtı, Kars Kalesi’nin yanındaki tepede 30 metre yüksekliğinde Mehmet Aksoy’ca barış anıtı yapılmıştı. Ancak, Başbakan Erdoğan’ca “ucube” denilerek yıktırıldı. Bu sanata karşı bir dünya ayıbıdır.
Müzenin gezilmesiyle anlaşılmıştır ki, Kars, ekinsel yönden köklüdür. DÖ 9000 yılından beri bu topraklar üzerindeki Kars’ta, başta Kafkas halk oyunları başta davul-zurna olmak üzere saz, balaban, tar, tulum, tütek, garmon, akordeon ile klarnet eşliğinde yalnızca burada oynanıyor.
Üretim. Kars’ta en önemli geçim kaynağı tarım ile andıkçılık. Rusça’da Zavod denilen süt ürünleri üretimevlerinde Kars kaşarı, Kars gravyeri üretilir. Ayrıca, Kars Balı’da ünlüdür. Yer altı kaynakları bakımından oldukça yoksul olan yörede magnezit ile asbest yatakları m arasında kalın bazalt örüsü altındadır.
Kentte yem, şeker, çimento, tuğla, ayakkabı ile süt ürünleri işkolları gelişmiştir. Kars’ta 1992’den beri Kafkas Bilimteyi vardır.
Son gördüğüm 2001’den beri Kars’ı çok toparlanmış gördüm. Ancak, yolda yolakta konuştuğumuz Kars’lılar belediye başkanından mutlu değiller. Ona asla oy vermeyecekler.
Sürücü öyle söylüyor;
“Aslında Kars CHP tabanlıdır. Ancak yerel seçimlerde biz partiye değil adaya oy veririz. Geçen seçimde yanıldık”
Kars demek süt ürünleri; peynir demek. Peynir olarak da; Kars kaşarı, Göbek Kaşar, Gravyer peyniri önde geliyor. Eski kaşar 15 TL, gravyer 35 TL.
“8 kilo sütten bir kilo kaşar, 18 kilo sütten bir kilo gravyer peynir çıkar. Buna bakarsanız peynir ucuzdur”
Kars’ta diğer önemli üretimler ise; kaz eti ile Kars sucukları ile baldır.
SONUÇ İLE DEĞERLENDİRME
Bir yurdun bireyi olmak için, o yurtta doğmak yeterli değildir. O yurdu, doğasını görmek, taşından toprağından yararlanmak, çeşitli yörelerdeki yurttaşlarla konuşmak, görüşlerini almak, yaşantı biçimleri ile anlayışlarını, değer ile geleneklerini tanımak, özümlemek, kendini onun içinde bulmayı gerektirir. Yıllar boyu geliştirdikleri ezgilerini, türkülerini çığırmak, yakılan ağıtlara kulak vermek gerekir. Halaylarda el ele tutuşmak, her çalgısının sesiyle çoşmak gerekir. Şırıl şırıl sularından, kana kana içmek, deresinde, çayında ıslanmak, denizinde, gölünde yüzmek, çimmek gerekir. Ötkenini(tarihini) bilmek, bu ötken benim geçmişimdir diyebilmek gerekir. Geçmiş uygarlıların kalıntılarını korumak, geçmiş uygarlıkla bütünleşerek yansımalarını üretebilmek gerekir. Yerel ekinleri yeşertmek, ortak dili varsıllaştırıp, geliştirip kullanmak gerekir. Değerlerini, toprağını, bayrağını, sınırlarını, geleneklerini, töresini koruyup, gerektiğinde uğruna ölünebileceğini göz önünde bulundurmak gerekir.
Anadolu doğasıyla, özgeniyle(kültür) öyle eşsiz bir ülke ki, geçmişin derinliklerinden gelen, birbiri üzerine yığılarak büyüyen çeşit çeşit uygarlık izlerinin günümüze taşındığı bir yarımada, doğudan batıya bir at başı gibi sokulan. Bir Anadolu’lu olmak, Anadolu’da doğmak ayrıcalıktır. Büyük Atatürk Cumhuriyeti kurduğunda da onu söylemiştir; “Biz Türkler yalnız 1071’de gelenler değil, en az on bin yıldır bu ülkede yaşamış olan uygarlıkların biricik kalıtçısıyız(mirasçısıyız).
O nedenle Kuzeydoğu Anadolu gezimizde, gezdiğimiz yerlerde önce kimler yaşamış?, nasıl yaşamışlar?, ne gibi kalıntılar bırakmışlar? kaynaklara bakarak onlara biz göz atmak gerekirdi.
Bu amaca YUDOSK gezi dereni ile NUH ARARAT işletmesi aracıyla eriştik. YUDOSK adına gezi başkanı, değerli ötkenci (tarihçi) Mustafa Esen hocanın, bulunduğumuz toprakların geçmişi üzerine, uygarlık, anlayış, davranış, siyaseti üzerine görüşlerini almak gezinin niteliğini çok arttırdı. Bunda en büyük katkıda, geziye katılanların eğitim düzeylerinin yüksek olmasıydı.
Uğurlar ola,
Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN
İTÜ Jeofizik Mühendisliği Öğretim Üyesi
2 Eylül 2013